Son dönemde, iktidarın attığı adımlar ve PKK ile ilgili söylemler, kamuoyunda ciddi yankılar uyandırmıştır. Bu sürecin temelleri, Osmanlı'nın son dönemlerine kadar uzanmaktadır. Mücadelenin özü, Lozan Anlaşması ile feshedilen Sevr'in yeniden hayata geçirilmeye çalışılmasıdır. Ne yazık ki yıllardır siyasilerimiz bu konuda doğru bir tavır ortaya koyamamış, Atatürk'ün sunduğu çözümler göz ardı edilmiş ve tarihten ders çıkarılmadan yeni çözümler üretilmeye çalışılmıştır.
Osmanlı'nın güç kaybetmesiyle birlikte, asırlardır aynı kültür ve medeniyeti inşa eden insanlar ayrıştırılmaya çalışılmıştır. Osmanlı Devleti içinde "Tebaa-i Sâdıka" (Sadık Millet) olarak anılan Ermeniler, tarihleri boyunca en istikrarlı ve huzurlu dönemlerini Osmanlı yönetimi altında yaşarken, bir anda Osmanlı'ya karşı mücadele eden bir toplum haline getirilmiştir. Özellikle Lawrence'in faaliyetleri ile Osmanlı, Hicaz'dan başlayarak birbiri ardına topraklarını kaybetmiştir.
Bu sürecin en önemli dönüm noktalarından biri de 10 Ağustos 1920'de Osmanlı'nın imzalamak zorunda kaldığı Sevr Antlaşması'dır. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk'ta bu antlaşmayı, "Türk milletini yüz yıllardır yok etmek için yapılan büyük suikastın son halkası" olarak tanımlamaktadır. Sevr Antlaşması'nın 62, 63 ve 64. maddeleri, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeler için yerel özerklik öngörmekteydi. Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra Kürtler bağımsızlık talebinde bulunursa ve Milletler Cemiyeti bu talebi uygun görürse, Osmanlı Devleti bu karara uyacağını ve bölge üzerindeki tüm haklarından vazgeçeceğini kabul etmişti. Ayrıca, bağımsızlık gerçekleşirse Musul'daki Kürtlerin de bu yeni devlete katılmasına izin verilecekti.
Osmanlı'nın parçalanması ve köklü medeniyetin yok edilmesi böylece tamamlanmıştı. Ancak tam bu noktada, Türk, Kürt, Çerkes, Laz demeden bir araya gelen halk, Kuvâ-yi Milliye Hareketi ile bu antlaşmayı reddetti. Kanı ve canı pahasına verilen bu mücadele, Atatürk'ün önderliğinde Osmanlı'nın küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti'nin tapusunu Lozan Antlaşması ile tescillemiştir.
Jeopolitik özellikleri nedeniyle tarih boyunca hâkim olunmak istenen Anadolu'dan, Sevr Antlaşması'nın taraflarının vazgeçmeyeceğini düşünmek zor olmasa gerek. Bu yüzden güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti, hiçbir zaman istenmemiştir. Her fırsatta üniter yapımıza saldırılmıştır. Ermeni Soykırımı iddiaları ve PKK terörü, bu saldırılarda kullanılan en önemli iki argümandır. Özellikle 1980'li yıllardan itibaren bu iki konu ülkemizi fazlasıyla meşgul etmiştir. PKK'nın terör saldırıları sonucunda on binlerce vatandaşımız şehit olmuştur. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin üstün mücadelesiyle terör örgütüne karşı önemli başarılar elde edilmiştir.
Ne var ki, ABD tarafından yürütülen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında bölgemizdeki ülkelerin sınırları ve yapıları tek tek değiştirilmiştir. Bu sürecin adım adım Türkiye'ye doğru ilerlediği açıktır. Oyun kurucular, farklı taktikler uygulayarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır. Bu noktada, siyasilerimizin aldıkları veya alacakları kararlar büyük önem taşımaktadır.
Örneğin, 1990'lı yıllarda Irak'ta yaşanan gelişmelerde Türkiye, gerekli tepkiyi gösteremediği için BOP kapsamında Kuzey Irak'ta bir Kürt özerk bölgesi kurulmasına engel olamamıştır. Bugün ise biz, Abdullah Öcalan'ın açıklamaları ile meşgul edilirken, aynı süreç Suriye'de işletilmektedir. Görünen o ki, Irak'ta kaybettiklerimizi şimdi de Suriye'de kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Bu noktada, Sırrı Süreyya Önder'in, İmralı'dan gelen çağrıyı okuduktan sonra kullandığı şu cümle dikkat çekicidir: "Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK'nin kendini feshetmesi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir."
Ardından, DEM Parti milletvekilinin bir televizyon programında sarf ettiği, "Yıllardır mücadele ettiğimiz konuda mesafe aldık. Kürt sorunu olduğu artık herkes tarafından kabul edilmiştir. Şimdi sıra devletin üzerine düşenleri yapmasındadır." sözleri de oldukça manidardır.
PKK'nın silah bırakma sürecine ilişkin açıklamalarında geçen şu ifadeler ise, hedeflerinden vazgeçmediklerini ve sadece farklı bir mücadele yöntemine geçtiklerini açıkça göstermektedir:
"Söz konusu çağrı ile Kürdistan ve Ortadoğu'da yeni bir tarihsel sürecin başladığı açıktır. PKK, Kürdistan'ın son yarım yüzyılının büyük kahramanlık ve hakikat hareketi olmuştur. Her şey cesur ve fedakâr bir mücadele ile, bedel ve emekle kazanılmıştır. Bu büyük özgürlük mücadelesinin tüm kahraman şehitlerini derin saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz. Şimdi aynı ruh ve inançla, söz konusu tarihî kazanımları yeni bir mücadele sürecine taşıyoruz."
Bu noktada akıllara gelen önemli bir soru şudur: Önder, "demokratik siyaset ve hukuki boyut" derken neyi kastetmiştir?
Yine, Önder'in PKK'nın silah bırakma kararından sonra yaptığı açıklamada kullandığı "Artık meselenin müşkül kısmını geride bıraktık. Önümüzdeki hafta devlet görevlileri ve siyasilerin katılımıyla yapılacak toplantılarda birçok şey netleşecek ve somutlaşacaktır. Üç aylık süreçte her şeyin düzenlenmesini ümit ediyoruz." ifadelerindeki "netleşecek ve somutlaşacak" konular nelerdir?
Türkiye'nin anayasa değişikliği sürecinde, PKK ile ilgili yapılan açıklamalar ve perde arkasında yürütülen görüşmeler, kamuoyunda büyük soru işaretleri yaratmıştır. Silah bırakma süreci gerçekten Türkiye'nin bütünlüğüne hizmet eden bir adım mı, yoksa bölgesel ayrışmanın hukuki temelinin atılması mı?
Geçmişte yapılan hatalar, gelecekte daha büyük sorunlara yol açabilir mi?
Bu sorular, önümüzdeki günlerde daha fazla tartışılmaya devam edecektir.
- Silah bırakma çağrısı ve BOP / 03.03.2025
- Adalet toplumsal güvenin temelidir / 01.03.2025
- Demokrasilerde eleştirinin yeri ve Türkiye’deki hukuksal durum / 28.02.2025
- Muhalefetin yekvücut olma zorunluluğu ve Türkiye'nin geleceği / 27.02.2025
- Market fiyatları uygulaması ve kira artışları / 26.02.2025
- Son dönemde yaşanan hukuki süreçler / 25.02.2025
- Muhalefetin stratejisi ve siyasetin gerçekleri / 24.02.2025
- Cumhurbaşkanlığı adaylığı ve anayasal çerçeve / 23.02.2025
- Ekonomik bağımsızlık olmadan tam bağımsızlık mümkün mü? / 22.02.2025