Aşura günü savaş başlamıştı. İmam Hüseyin (a.s) Kerbela'da sancağı öyle birinin eline verdi ki, O Ali'nin, İslam'ın, insanlığın, şerefli ve özgür insanların gurur kaynağıydı.
Tarih boyunca kendini özgür niteleyenler, zamanlarının zulmüne boyun eğmeyip yiğitçe bir hayat sürmek isteyenler, kendilerini ona benzetmeye çalışmışlardır.
İşte bu, Ali'nin oğlu, Ali'nin gözü ve bileği olan Abbas (a.s) idi.
İmam Hüseyin (a.s) Kerbela'nın en kahraman evladı ve Ali'nin sağ kolu olan Abbas b. Ali'ye sancağı verir.
Kerbela sahrasında İslam askerleri eşi görülmemiş kahramanlıklar gösteriyor ve düşman askerlerini bir bir cehenneme gönderiyorlardı. Savaşın ilerleyen saatlerinde, İmam (a.s)'ın dostlarından bir grup şehit oldular. Bu durumu gören Abbas b. Ali (a.s) kendi kardeşleri Abdullah, Cafer ve Osman'ı yanına çağırarak: "Ey kardeşlerim! Meydana gidin, ben sizleri şehit olarak görmek istiyorum" dedi
Hz. Abbas (a.s) kardeşlerini kendisinden önce gönderdi. Zira onların şahadetleri için herhangi bir engelin çıkacağı endişesindeydi. Bu yüzden kendi sağlığında engeller çıkmadan onları şahadete göndermiştir. Hz. Abbas (a.s), kardeşlerinin şahadetlerini görüp, acılarına katlanarak musibete sabretmenin mükâfatını almak istedi.
Savaş sıcaklığını koruyor ve gittikçe şiddetleniyordu. Sadece savaşın zorluğu değildi, bir yandan da susuzluğun vermiş olduğu zorluk ve çocukların çektiği eziyetler vardı. Bunlara dayanamayan İmam Hüseyin (a.s)'ın sancaktarı Abbas, defalarca İmamı (a.s)'ın huzuruna gelerek bu zalim kavimle savaşma izni istedi. Ama İslam'ın şerefli sancağı kendisinde olup, Hakk'ın sancaktarı olduğundan her defasında İmamından menfi cevap alıyordu ve İmam (a.s) bu kahraman İslam askerine:
"Sen benim alemdarımsın" senin şehit olman, hak ordusunun yenilgisi ve şeytan ordusunun başarısı olur" diyerek izin vermiyordu.
Abbas (a.s) meydana gitmek için defalarca ısrarda bulunmasına rağmen imamından menfi cevap alınca şöyle dedi: "Artık göğsüm daraldı ve hayattan doydum." Bunun üzerine, İmam Hüseyin (a.s): "Eğer savaşmak için karar almışsan, öyleyse su getirmeğe çalış" buyurdu.
Abbas (a.s) bunu duyunca kılıcını kuşandı, atına bindi, su kaplarını alıp düşman ordusunu yararak kendisini Fırat nehrine ulaştırdı.
Tulumu suyla doldurdu ve kendisi de susuz olduğundan avucunu suyla doldurup içmek istedi.
Ama o gerçek kahraman ve gerçek âşık, İmamına bağlılığını bir kez daha dünyanın gözü önünde, tarihin yılmayan hakemliğinde göstermiş oldu.
İmamın ve Ehl-i Beyt ailesinin susuz halini hatırlayarak avucundaki suyu ırmağa bırakıverdi.
Evet, aslında mucize buna derler ki, Hz. Abbas bu davranışıyla en büyük mucizeyi gerçekleştirmiş oldu ve kendisini hitap alarak şöyle söylendi:
"Ey nefis! Hüseyin'den sonra zillet ve aşağılık olasın, O'ndan sonra yaşamayasın. Hüseyin şahadete doğru giderken, sen ırmağın serin suyunu mu içmek istersin? Allah'a andolsun ki, bu dinimin müsaade etmediği bir şeydir."
Kendisini unutup, yalnızca imamını ve imamının çocuklarını düşünen o eşsiz kahraman, doldurmuş olduğu su tulumunu da alarak atına binip çadırlara doğru harekete geçti.
Ama büyük bir grup düşman atlısı tarafından önü kesildi.
Düşman Abbas'ın, damarlarında dolaşan kanın Ali kanı olduğunu unutmuştu. Özel savaş taktiği ve şecaatiyle çadırlara giden yolu açtı.
Artık düşman ordusu onunla baş edemeyeceğini anlamıştı.
Suyun çadırlara, Peygamber yavrularına ulaşmasını engellemek için pusular kurmayı, kalleşçe arkadan vurmayı düşündüler.
Nitekim bir hurma ağacı arkasına gizlenen Zeyd b. Rikad adında bir habis, Abbas (a.s)'ın arkasından çıkarak kılıçla saldırdı ve ne yazık ki, sağ kolunu kopardı. Kolunun kopmasına rağmen, hedefinden vazgeçmeyen bu büyük zat su tulumunu sol omzuna aldı.
Bir yandan kılıcıyla düşmanı defediyor, bir yandan da suyu çadıra ve Mevla'sı İmam Hüseyin (a.s)'a ulaştırmağa çalışıyordu.
Derken; hileci kavimden başka bir hile yine geldi. Aynı hileci yöntemle Hekim b. Tufeyl adında başka bir gözü dönmüş saklandığı yerden çıkarak o cesur yiğidin sol kolunu hedef aldı.
Böylece her iki kolu da kopmuş oldu. Kimin oğlu olduğunu gösteren Abbas, babası Ali (a.s)'ın Nehc'ul- Belağa'da buyurmuş ve tekit etmiş olduğu gibi, sancağını ve bayrağını elinden bırakmamış ve onu yaralı kollarıyla da olsa havada dalgalandırmıştı.
(Devam edecek…)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Ergül Güner / diğer yazıları
- Volkan Konak / 08.04.2025
- Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı paşasıydı / 01.04.2025
- Bayram, şeker ve ruhsuzluk / 29.03.2025
- Akıl mı aşk mı? İnsanı insan yapan nedir? / 25.03.2025
- Akıl ve inanç: Haritasız yolculuk olur mu? / 22.03.2025
- Ehlibeyt ve Ramazan: Oruç, sadece bir açlık mıdır? / 21.03.2025
- Boğaz kanla dolu, ama geçilmez! / 18.03.2025
- Unutulan hakikat, kaybolan insanlık / 16.03.2025
- İnsanın, insan-ı kâmil olduğu ay: Ramazan / 14.03.2025
- İstiklal’in sesi: Bir milletin ruhuna kazınan marş / 12.03.2025
- Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı paşasıydı / 01.04.2025
- Bayram, şeker ve ruhsuzluk / 29.03.2025
- Akıl mı aşk mı? İnsanı insan yapan nedir? / 25.03.2025
- Akıl ve inanç: Haritasız yolculuk olur mu? / 22.03.2025
- Ehlibeyt ve Ramazan: Oruç, sadece bir açlık mıdır? / 21.03.2025
- Boğaz kanla dolu, ama geçilmez! / 18.03.2025
- Unutulan hakikat, kaybolan insanlık / 16.03.2025
- İnsanın, insan-ı kâmil olduğu ay: Ramazan / 14.03.2025
- İstiklal’in sesi: Bir milletin ruhuna kazınan marş / 12.03.2025