"Türkiye ile diğer AB (Avrupa Birliği) ülkeleri arasındaki fark şu; Türkiye kapılarını ilk günden itibaren açtı mültecilere. Bu etik bir yükümlülük. Avrupa liderlerine bir dizi sorular sorulmalı bu noktada. Avrupa 500 milyon nüfuslu. Türkiye 80 milyon. Bu nedenle biz Avrupa ülkeleri bu sığınmacıları rahat bir şekilde alabilirdik. Bu sorumluluğun paylaşılması gerekmekte." Türkiye'nin mülteci yükü paylaşılmalı, başlıklı A.Safa Terzi'nin haberinde (Yeni Mesaj / 29 Ekim 2018) Avrupa Parlamentosu Forumu Genel Sekreteri Loura Batalla Adam, bunları söylüyordu. Çok da haklıydı…
Sorun, dünyaya sığınamayan mültecilerin dramıdır aslında. Dünyamız, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri yaşadığı en büyük, yerinden yurdundan edilme krizini yaşıyor. BM (Birleşmiş Milletler) Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin istatistiklerine göre, sayıları 70 milyona varan insan, yerinden edilmiş durumda. Bu nüfusun da büyük bölümü ülke içinde yerinden edilenlerle, komşu ülkelerde koruma arayan bireylerden oluşuyor.
Geriye dönüp baktığımızda İkinci Dünya Savaşı'nın ardından uluslararası toplumun bir araya gelerek, halen uluslararası mülteci koruma rejiminin temel taşını oluşturan 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme'yi kabul ettiğini görüyoruz.
Ancak günümüzde böyle bir ortak iradeden söz etmek maalesef mümkün değil.
Sayıları neredeyse büyük bir ülkenin nüfusunu bulan mülteci ve yerinden edilmiş kişiler arasında en büyük grubu oluşturan Suriyeli mültecilerdir. Resmi rakamlara göre Türkiye'de kayıtlı Suriyeli mülteci sayısı 3 milyona yakındır. Gerçek büyüklüğü tam olarak yansıtmadığı düşünülen bu rakam bile Türkiye'yi Suriyeli mültecilere koruma sağlayan ülkeler arasında birinci sıraya yerleştiriyor. İşin gerçeğine baktığımızda en tenzilatlı yaklaşımla bu sayı 5 milyon dolaylarındadır.
Türkiye'de uluslararası koruma arayan Suriyeli nüfusunun yarısından biraz fazlasını kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Mülteci olma durumu mülteci kadınların şiddet ve yoksunlukları daha ağır yaşamalarına neden olabiliyor. Şüphesiz ki dil engeli, dertlerini anlatamama, yaşadıkları sıkıntıların başında geliyor; kolluk kuvvetlerine ya da resmi makamlara, barolara ve ilgili kurumlara başvurabilmeleri veya erişebilmeleri hiç de kolay olmuyor. Hatta kimi zamanlarda mümkün bulunmuyor.
1951 Sözleşmesi mültecilere şu hakları tanıyor: Din özgürlüğü, medeni haklardan yararlanma özgürlüğü, menkul ve gayrimenkul edinme hakkı, fikri ve sınai mülkiyet hakkı, dernek hakları, mahkemelerde taraf olma hakkı, çalışma hakkı, tarım, sanayi ve ticaret sahalarında işyeri açma ve şirket kurma hakkı, ihtisas mesleğini icra etme hakkı, mesken edinme hakkı, eğitim hakkı, sosyal yardım hakkı, sosyal sigorta ve çalışma mevzuatından yararlanma hakkı…
Bu haklar mültecilere tanınmış olup, sığınmacılara tanınmamıştır. Mülteci statüsü tanınması için bekleyen bu kişilere geri gönderilmeme ve insanca muamele yapılması beklenir. Nitekim Türkiye, misafir kabul ettiği bu insanları geri göndermemektedir. Ancak hukuki statülerini belirleyecek yeterli adımlar da atılmamaktadır. Ne sığınmacı ne de mültecidirler. Siyasal iktidar bu kişiler için "misafir" demektedir. Bu kavramın mülteci hukukunda karşılığı yoktur.
Bu belirsizliğin halkımıza yansıttığı sıkıntı da ülkenin önemli bir sorunudur. Şehirlerimizdeki ahali ne hükûmet, ne de yerel yönetimler tarafından bilgilendirildi; şehirler böylesi yeni ve "yabancı" kitlelere yönelik hazırlanmadı, olası yabancı düşmanlığı ve nefret söyleminin gelişmesine yönelik tedbirler düşünülmedi.
Suriyeli sığınmacılarla ilgili işlemler ve AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) tarafından işletilen kampların faaliyeti ile neredeyse tüm genelge ve talimatlar "hizmete özel" ya da "gizli" ibareli yayımlandığından, işleyişte bir şeffaflıktan söz etmek mümkün değil.
Yukarıda sığınmacıların yarısından çoğu kadınlar ve çocuklar demiştik. Çalışma izni alabilmenin oldukça zor olduğu ve sosyal yardımların yetersiz kaldığı ortam, kadın bedeninin " tüketildiği " ve farklı seviyelerde "dolaşıma" sokulduğu bir beden ekonomisi oluşturuyor. Bu ekonomide kadınlar, kız çocukları ve hatta trans bireyler zorunlu olarak seks işçiliği yapmak durumunda kalıyor, çocuk yaşta evlendiriliyor.
Uluslararası toplumla da işbirliği yapılarak insanlık krizi ve mülteci politikalarının çöküşüne dur demenin zamanı gelip geçiyor. Daha da gecikmeden ve kayıp nesillere neden olmamak için samimi davranalım, gereğini de yapalım; sadece "misafirperverlik" yetmiyor.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Prof. Dr. Ali Ünal Emiroğlu / diğer yazıları
- Terör / 01.02.2024
- Yerel yönetim / 25.01.2024
- Muhalefet / milli irade / 22.01.2024
- Anayasa Mahkemesi yoksa… / 18.01.2024
- Soykırım davası / 15.01.2024
- Sosyal devlet için / 11.01.2024
- Hukuk devletine başkaldırı / 25.12.2023
- Güç dengesi / 21.12.2023
- Yerel seçime giderken / 14.12.2023
- İnsanlığın anayasası / 11.12.2023
- Yerel yönetim / 25.01.2024
- Muhalefet / milli irade / 22.01.2024
- Anayasa Mahkemesi yoksa… / 18.01.2024
- Soykırım davası / 15.01.2024
- Sosyal devlet için / 11.01.2024
- Hukuk devletine başkaldırı / 25.12.2023
- Güç dengesi / 21.12.2023
- Yerel seçime giderken / 14.12.2023
- İnsanlığın anayasası / 11.12.2023