logo
27 NİSAN 2025

Hem Atatürkçü hem de Müslüman olamaz mıyım?

13.04.2025 00:00:00

İzmir Bornova'nın Çamdibi Mahallesi'nde, mütevazı bir evde dünyaya gelmişim. Çocukluğum ve gençliğim, Almanya'nın para birimi D-Mark'ın en güçlü olduğu yıllara denk geldi. 

1972'den 2007'ye kadar tam 35 yıl Almanya'da yaşadım. Bu yıllar içinde hem ailece taşındık hem de iş gereği farklı şehirlerde bulundum: Münih'ten Hamburg'a, Dortmund'dan Fulda'ya, oradan da Berlin'e... 

Almanya'da neredeyse ayak basmadığım şehir kalmadı. İçim dışım "Almanya" oldu desek yeridir.

Münih'te 10 yaşındaydım. Evimizin önünde gümüş rengi, çift kapılı bir Ford Taunus dururdu. Nereye gitsek herkes "Sabuha" dinlerdi. Yılbaşı kutlamaları yapılırdı, biz de o kutlamaların bir parçası olurduk.

Oto tamircisi olmayı hiç istememiştim ama 18 yaşımda, üç yıl süren tamirci stajını başarıyla tamamladım. O dönemlerde, Türk gençleri için "Üniversiteye gitmelisin" anlayışı pek yaygın değildi. Biz de hayat okulunda, arkadaşlarımızla birlikte kendi dersimizi aldık. 

Aklımı kurcalayan iki büyük soru vardı:

Türkler neden Almanya'da yaşıyor?

Ben neden Türkiye'de yaşamıyorum?

O yıllarda Türkçem oldukça zayıftı; haftanın günlerini bile karıştırıyordum. "Helal nedir, haram nedir?" pek konuşulmazdı. Ama "hınzır" (domuz eti) kesinlikle yenmezdi.

İş nedeniyle Berlin'e taşındım ve Osram fabrikasında gece vardiyasında çalışmaya başladım. Ampul üretiyorduk. 23 yıllık çalışma hayatım boyunca, birkaç ay hariç, işsizlik parası almadım. Hep çalıştım; "Türklüğe laf gelmesin" diye gayret ettim.

Osram'da yirmi yaşındaydım. Gece vardiyasında o kadar çok Türk vardı ki, kendini Türkiye'de sanırsın. Mutluydum. Türkler cana yakındı, halden anlıyordu, yardımseverdi. En önemlisi, kelimelere dökemediğim bir güven hissi veriyorlardı. Ama yine de herkes bir "kafesin" içindeydi sanki. 

Almanlara karşı bir birlik vardı ama Türkler kendi aralarında dağınıktı. Tek ortak nokta vardı: Para.

Sonra Berlin Duvarı yıkıldı.

O dönem Ramazan ayıydı. Evimin tam karşısındaki Bedir Camii'nde ilk kez namaz kıldım. O kadar kalabalıktı ki neredeyse üst üste saf tutuyorduk. Ayakkabılarımı çıkarırken, "Acaba çıkışta bulabilecek miyim?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Heyecan, sabır ve mutluluk... Bu üç duygu gönlüme taht kurmuştu.

Berlin'den sonra tekrar çocukluğumun geçtiği şehir Münih'e döndüm. Kısa bir süre sonra babam sağlık nedenleriyle emekli olup Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. Ben kaldım. Hristiyan Demokratlarla birlikte Münih'te yaşamaya devam ettim.

22 yaşındaydım. Postacıydım. Bisikletle mektup dağıtıyordum. İş güzeldi ama içimde bir mutsuzluk vardı. Her gün rahmetli Barış Manço'yu dinliyordum. Bir yandan da "Benim halim ne olacak?" diye düşünüyordum. 

Bir gün babamın iş arkadaşı kapımı çaldı, Allah'ın dininden bahsetmeye başladı. Ama aynı zamanda Atatürk'e düşmandı. Bu beni derinden yaralamıştı.

Abdest almak bana iyi geliyordu. Arayış içindeydim. Bir gün bir arkadaş bana "Sen sağcı mısın, solcu musun?" diye sordu. Almanlarda bu ayrımı biliyordum ama Türkler için bir cevabım yoktu.

O yıllarda dazlaklar, Türklerin evlerini ateşe veriyordu. Solingen ve Mölln'deki cinayetler en çok bilinenlerdi. Aşırı sağcı Almanlar, sadece Türk oldukları için insanları diri diri yaktılar.

Benimse yapabildiğim tek şey, Barış abimin "Dağlar Dağlar" şarkısını dinlemekti.

Bir şeyi bilmek yetmiyor. Bildiğini yaşayarak öğrenmen gerekiyor.

Zamanla düşüncelerim derinleşmeye başladı. Osmanlı tarihi, Atatürk ve dini kitaplara yöneldim. Okudukça kafamı kurcalayan sorular artıyordu. 

En çok aklıma takılan sorulardan biri şuydu:

"Türkler neden çalışmak için Almanya'ya geldi? Türkiye'de iş mi yoktu? Sadece Almanların mı kafası çalışıyor? Nasıl olur bu?"

Bir sorunun cevabını ararken, başka bir soru karşıma çıkıyordu. Sanki içimdeki ses bana sürekli sorular soruyordu.

Halbuki Atatürk, Müslüman Türk milletini ilimle tekrar buluşturmadı mı?

Hem Müslüman olup hem de gayrimüslim bir memlekette çalışmak nasıl bir çelişkiydi?

Hem Atatürkçü olup hem de Türkiye dışında yaşamak… Bu nasıl bir denklem olabilirdi?

Soru üzerine soru...

Bir zamanlar entegrasyondan yana biriydim. O yıllarda Almanya'da "çok kültürlülük" modaydı. "Multikulturell" olmak neredeyse bir erdem sayılıyordu. Ama düşünmeye başladım: Çok kültürlü olabilmek için önce bir kültüre sahip olmak gerekir. Ve o kültür, benim için Alman kültürü olamazdı!

O an içimden güçlü bir sesle şöyle dedim: "Sen Türksün!"

Sessiz ama kararlı bir şekilde bu kimliğimi kabullendim. Artık ciddi kararlar alma zamanıydı.

Çevreme baktığımda, Almanya'daki "cümbür cemaat takımı"nın yüzde 99'u Atatürk'e düşmandı. Oysa ben biliyordum ki, Atatürk bu milletin ilmini, haysiyetini ve yönünü yeniden bulması için bir ışık yakmıştı.

Bence hayatta insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, ülkemizi yaşanmaz hale getiren devletlerin topraklarında yaşamak, onların suyunu içmek, ekmeğini yemek… Düşünsene, bir "adam" benim ülkemin içini karıştırıyor, kargaşa çıkarıyor, iç savaş tohumu ekiyor; sonra da bizim vatandaş, bu kargaşayı çıkaran ülkeye sığınıyor ve "Burada insana değer veriyorlar" diye övgüler düzüyor.

Bu nasıl bir çelişki?

Zamanında bir lastikçide çalışırken tanıştığım bir adam vardı. Yıllar sonra aklıma düştü, kendisiyle buluştum. Bana, "Cuma namazına gidelim," dedi. Ben de kabul ettim.

İlk kez Almanya'nın Ingolstadt şehrinde bir camiye gidecektim. Cuma günü camide, daha namaz başlamadan önce, hoca oturduğu yerden şöyle dedi:

"Ay ve yıldız dediğin birer taş parçası; onlara tapmak şirktir."

Donup kaldım. Bu nasıl bir söz? Resmen Türk bayrağına hakaret! O an anladım ki, orası bana göre bir yer değil. Belki bir defa daha uğramışımdır, o da lavaboya gitmek içindir. Ama bir daha tövbe ettim.

Şaşkındım. Almanya'da, Almanlar bile bizim değerlerimize bu kadar saldırmazken, nasıl olur da bizimkiler bu şekilde davranır? Nasıl göz yumulur bu söylemlere?

O an Lawrence of Arabia filmi geldi aklıma. Tarih bir kez daha sahnede gibiydi.

Sonrasında Ingolstadt'ta ne kadar cami varsa tek tek gezdim. Diyanet camileri hariç, büyük çoğunluğunda ortak bir söylem vardı:

"Cumhuriyet şirktir."

"Laiklik dinsizliktir."

"Atatürk masondu, Yahudi'ydi, İngiliz ajanıydı."

"Atatürk'ün annesi belli değil..."

İnanılmaz hakaretler, aşağılamalar, asılsız iftiralar…

Camideki bazı hocalar açık açık şunu söylüyordu:

"Artık vatanımız Almanya'dır. Türkiye'deki evlerinizi satın, burada ev alın."

İçimden, "Bu nasıl bir saçmalık?" dedim. Babaları burada 40 yıl dişini tırnağına takmış, biriktirmiş; sonra oğlu gelip hocanın sözüne uyacak, memleketteki malını mülkünü satacak. Bu büyük bir oyun! Alman bunu söylese Türkler hemen uyanır. Ama camide söylenince sorgulanmıyor.

O dönemde, yani 1998'de, "Hocaefendi" adı ağızdan düşmüyordu. Her yerde "Dinlerarası Diyalog" tiyatrosu dönüyordu. Ama içimden bir ses sürekli uyarıyordu:

"Burada bir yanlışlık var."

Çünkü binlerce yıl boyunca hilal ile haç savaşmıştı.

Şimdi ise sanki her şey tersine dönmüştü.

Kendi kendime sordum:

"Ben hem Müslüman hem de Atatürkçü olamaz mıyım?"

Sanki içimdeki bu soru çoktan duyulmuş, bir yerlere ulaşmıştı.

1999 yılında, her yaz olduğu gibi, "gurbetçi" ya da "Almancı" –artık adına ne derseniz deyin– ben de Türkiye'ye izne gelmiştim. Babamı çok özlemiştim, hasretle onu ziyaret ettim.

O yıllarda babamla birçok konuyu rahatça konuşabiliyordum. Kendisi koyu bir Atatürk hayranıydı. Fakat aklımı kurcalayan bir soruya verdiği cevap, ne kadar iyi niyetli olsa da, beni tatmin etmemişti:

"Baba," dedim, "Hem Atatürkçü hem de Müslüman olunamaz mı?"

"Olunur tabii," dedi, hiç tereddütsüz.

Ama cevabındaki netlik, içimdeki boşluğu doldurmaya yetmemişti. Üstüne gitmedim.

Ertesi gün kendimi sokağa attım. Güzel bir İzmir günüydü. Ayakkabıcıdan giyime, sokak sokak gezip durdum. Hatta bir mobilya ve dekorasyon mağazasına da uğradım. İçerisi serindi, biraz daha oyalandım.

Derken, bir masanın üstünde bir kitap gözüme çarptı: "Makalat". Yazarı Haydar Baş'tı. Merakla satış elemanına sordum:

"Bu kitap kimin?"

"Benim," dedi. Şaşırdım. "Gerçekten mi?"

"Evet," dedi gülümseyerek.

"Ne üzerine?" diye sordum hemen.

"Din üzerine," dedi.

Ama asıl sorum hazırdı: "Peki, yazarın Atatürk'le bir problemi var mı?"

Cevabı içimi ferahlattı: "Asla! Hatta Atatürk'e sahip çıkan bir yazardır."

İçimde bir sevinç dalgası yükseldi. Bu fırsatı kaçırmak istemedim. Cesaretimi toplayarak sordum:

"Israrla bu kitabı almak istiyorum. Tam da aradığım şey bu."

Bir an duraksadı, sonra "Peki, alabilirsin" dedi.

O an dünyalar benim oldu.

O günden bu yana, içimde bir huzurla "Evet, hem Atatürkçü hem de Müslüman olunabilir" diyebiliyorum. Bunun mutluluğunu yaşıyorum.

Sayın Haydar Baş. İyi ki yolum sizinle kesişti.

Sözler kifayetsiz…

Haydar Baş anlatılmaz, yaşanır.

Sizi sadece 14 Nisan'da değil, her gün anıyor ve yâd ediyorum.

Allah'a ısmarladık.

Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
 
Ercan Özyer / diğer yazıları
'Tribünden tezahüratlarla yönetim değişmez'
Ali Koç'tan kongre çağrılarına cevap
Trabzon’da gol fırtınası
Trabzonspor 4 Alanyaspor 3
Demokrasiye darbe
BTP Karaman il kongresine skandal engel
Hakan Fidan'dan PKK mesajı
'Sistemden çıkacaktır'
'Korkmuyoruz, susmuyoruz, alışmıyoruz!'
Karaman kongresinin engellenmesine tepki
BM katliama karşı ses verdi
BM Raportörü Albanese'den İsrail'i durdurun çağrısı
Modi söz verdi: Adalet sağlanacak
Kanlı saldırı için Hint liderden söz
İstanbul'da hasar tespit çalışmaları sürüyor
15 bin bina uzmanlarca incelendi
Türkiye'de bunu hiçbir otel yapamaz!
O ülkede İsrailli turistlerden taahhüt istendi
BTP kongresine son dakika engeli
Karaman'da hukuksuz uygulama
İsrail'in o üssü vuruldu
Husilerin balistik füzesi tam isabetle vurdu
Trump'ın gözü bu kanallarda
Panama ve Süveyş'ten serbest geçiş istedi
İran'da limandaki yangın büyüyor, bilanço ağırlaşıyor
Ölü sayısı 8'e, yaralananların sayısı ise 750'ye yükseldi
Kanada’da araç kalabalığa daldı
Çok sayıda ölü var
Fenerbahçe geriye düştüğü maçı çevirdi
Fenerbahçe, Gaziantep'ten 3 puanla dönüyor
'Tribünden tezahüratlarla yönetim değişmez'
Ali Koç'tan kongre çağrılarına cevap
Trabzon’da gol fırtınası
Trabzonspor 4 Alanyaspor 3
123456789101112131415
'Tribünden tezahüratlarla yönetim değişmez'
Ali Koç'tan kongre çağrılarına cevap
Trabzon’da gol fırtınası
Trabzonspor 4 Alanyaspor 3
Demokrasiye darbe
BTP Karaman il kongresine skandal engel
Hakan Fidan'dan PKK mesajı
'Sistemden çıkacaktır'
'Korkmuyoruz, susmuyoruz, alışmıyoruz!'
Karaman kongresinin engellenmesine tepki
BM katliama karşı ses verdi
BM Raportörü Albanese'den İsrail'i durdurun çağrısı
Modi söz verdi: Adalet sağlanacak
Kanlı saldırı için Hint liderden söz
İstanbul'da hasar tespit çalışmaları sürüyor
15 bin bina uzmanlarca incelendi
Türkiye'de bunu hiçbir otel yapamaz!
O ülkede İsrailli turistlerden taahhüt istendi
BTP kongresine son dakika engeli
Karaman'da hukuksuz uygulama
İsrail'in o üssü vuruldu
Husilerin balistik füzesi tam isabetle vurdu
Trump'ın gözü bu kanallarda
Panama ve Süveyş'ten serbest geçiş istedi
İran'da limandaki yangın büyüyor, bilanço ağırlaşıyor
Ölü sayısı 8'e, yaralananların sayısı ise 750'ye yükseldi
Kanada’da araç kalabalığa daldı
Çok sayıda ölü var
Fenerbahçe geriye düştüğü maçı çevirdi
Fenerbahçe, Gaziantep'ten 3 puanla dönüyor
'Tribünden tezahüratlarla yönetim değişmez'
Ali Koç'tan kongre çağrılarına cevap
Trabzon’da gol fırtınası
Trabzonspor 4 Alanyaspor 3
logo

Beşyol Mah. 502. Sok. No: 6/1
Küçükçekmece / İstanbul

Telefon: (212) 624 09 99
E-posta: internet@yenimesaj.com.tr gundogdu@yenimesaj.com.tr


WhatsApp iletişim: (542) 289 52 85


Tüm hakları Yeni Mesaj adına saklıdır: ©1996-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir. Yeni Mesaj Gazetesi'nde yer alan köşe yazıları sebebi ile ortaya çıkabilecek herhangi bir hukuksal, ekonomik, etik sorumluluk ilgili köşe yazarına ait olup Yeni Mesaj Gazetesi herhangi bir yükümlülük kabul etmez. Sözleşmesiz yazar, muhabir ve temsilcilere telif ödemesi yapılmaz.