Bundan 74 yıl önce, 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) tarafından İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi kabul edildi. Bildirge ile insanın sahip olduğu onur ve değerin insan haklarının kaynağı ve bu hakların evrensel olduğu fikri temel alınmıştır.
Bildirgenin başlangıç bölümünde, insanlık ailesinin bütün üyeleri için eşit, bölünmez ve devredilmez hakların tanınmasının dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temel olduğu vurgulanmıştır. Bu hakların korunması, herkesin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnme hakkına başvurmak zorunda kalmaması için, insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının zorunlu olduğu kabul edilmiştir.
Bugün, dünyada ve Türkiye'de Evrensel Bildirge'de yer alan hak ve özgürlüklere dayalı bir düzenin kurulduğunu söylemek, maalesef mümkün değildir. Batılı bazı demokratik ülkelerde büyük ölçüde kurulan insan haklarına dayalı bu düzen, dünyanın diğer bölgelerinde, özellikle Ortadoğu'da ve Türkiye'de bir türlü kurulamamıştır. "İnsan insanın kurdudur" sözü (Hobbes), adeta bu ülkeler için söylenmiştir. Egemenlerin lüks ve konfor içinde yaşadığı bu ülkelerde halka zulüm, kan ve gözyaşı reva görülmektedir. İnsanların ırkından, renginden, cinsiyetinden, dilinden, din ve mezhebinden, inancından, siyasal ve felsefi kanaatinden bağımsız olarak, sırf insan olmaktan gelen hakları ve dokunulmazlıkları olduğu temel fikri bu bölgelerde henüz koruma bulamamıştır.
Bir daha dünyada savaşlar olmasın, insanlar ölmesin, barış ve huzur içinde yaşasın diye kurulan BM de gerek yaşam hakkının korunmasında, gerekse diğer insan haklarının sağlanmasında çok pasif kalmıştır. Savaşların ve iç savaşların önlenmesinde ve sonlandırılmasında, mülteci krizlerine müdahalede kuruluş amacına uygun davranamamış, egemen devletlerin dümen suyuna gitmiştir.
Bugün huzur ve refah içinde yaşayan bir avuç insan dışında kalanlar, büyük bir insanlık krizi içindedir. Bu krizin dünya genelinde ve Türkiye'deki yansıması ise her türlü şiddetin sistematikleşmesi, yaygınlaşması ve hatta sıradanlaşmasıdır. "Yurtta barış, dünyada barış" söyleminden "Yurtta savaş, dünyada savaş" konseptine yönelmiş bulunuyoruz.
İçeride ve dışarıda sürdürülen savaş politikaları sonucu, ülkemizin temel sorunları giderek ağırlaşmıştır. Siyasal otoriterleşme tırmanışa geçmiştir. Kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ortadan kalkmış, siyasal gücün tek elde toplandığı, anayasaya aykırı, bir fiili sisteme geçirmiştir.
Çağımızda bir yönetimin "adil" sayılıp sayılmaması konusundaki değerlendirmeler, o yönetimin egemenlik alanını oluşturan ülkede insan haklarının ne ölçüde gerçekleştiğine bakılarak yapılmaktadır. Bu açıdan, insan haklarının hukukçuları ilgilendiren boyutları özellikle önemlidir.
Bir ülkede insan haklarına saygının veya saygısızlığın oranında, hukukçuların özel bir sorumluluğu vardır. Hukukçuların, yargıç, savcı, avukat, uygulayıcı ya da yasama organı üyesi olarak görev yaparken, insan haklarına saygı gösteren, insan hakları ülküsünü adaletin ölçüsü olarak kabul eden tutumları, insan haklarının toplumda yaygınlaşmasını sağlar. Bunun tersi davranışlar, " hukukçu" tanımına zarar veren ve toplumun esenliği açısından çok tehlikeli sonuçlara yol açan bir durumdur.
Dünyanın en çağdaş insan hakları belgesi olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabul edilişinin 74. yılında da dünyada ve Türkiye' de evrensel insan haklarının yaşama geçmesi idealinin maalesef çok uzağındayız.
Türkiye'de insan haklarının hayata geçmesinin tek koşulu, acilen "barış"ın sağlanmasıdır.
Başta yaşam hakkı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere, temel insan hakları ancak barış ortamında ve ikliminde hayata geçirilebilir ve içselleştirilebilir.
Barış içinde, insan haklarımızı koruyacağımız ve kutlayacağımız güzel günler yakın olsun!
- Yerel yönetim / 25.01.2024
- Muhalefet / milli irade / 22.01.2024
- Anayasa Mahkemesi yoksa… / 18.01.2024
- Soykırım davası / 15.01.2024
- Sosyal devlet için / 11.01.2024
- Hukuk devletine başkaldırı / 25.12.2023
- Güç dengesi / 21.12.2023
- Yerel seçime giderken / 14.12.2023
- İnsanlığın anayasası / 11.12.2023