Her şey zıddı ile kaimdir, biliriz. Yani her şey zıddı varsa varlığını hissettirebilir.
Kötü olmazsa iyinin, çirkin olmazsa güzelin, eğri olmazsa doğrunun, acı olmazsa tatlının farkında olunamayacağı gibi hâinler olmazsa sâdıklar da belli olmaz!
Köpeklerin kurttan korkmaları ve korktukları yere ürümeleri ne kadar doğalsa hâinlerin millete ve millet evlatlarına salya-sümük saldırmaları da o kadar doğaldır!
Eğer; "... keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı." Diye ağzından yellenenPüsküllüler olmasaydı; 13 Ekim 1918 günü Haydarpaşa'da trenden inip rıhtıma çıktığında 53 düşman gemisinin zafer bayrakları açarak İstanbul'a girişlerini yumruklarını sıkarak izleyen, bütün karşı sahillerin Rumların, Yahudilerin, Levantenlerin sarhoş çığlıklarıyla ve palikarya naraları ile çınladığını gören ve bu manzara karşısında, bu gergin atmosfer içinde bile; "Geldikleri gibi giderler.." Diyebilen millet evladının varlığını fark edemezdik!
Biz, Gâzi Paşa'yı böyle tanıdık; tanıdıkça sevdik ve sevdikçe sevdalandık.
Bir kişiyi sevmek için de, birine kızmak için de o kişiyi tanımak şarttır. Tanımadığımız birini sevemeyeceğimiz gibi, kızamayız da!
Muhteşem Türk Atatürk 'e tanımadan, kulaktan dolma iftiralarla kızanların inadına O'nu sevenlerin ne kadar tanıdıklarını sevgilerinden anlarız elbette ama yetmez!
Bize düşen; tanıdığımız ve tanıdığımız kadar sevdiğimiz nasp edilmiş bu Müstesna Millet Evladını, herkese layıkıyla tanıtmaktır.
1881 de Selanik'te doğup 10 Kasım 1938 de Dolmabahçe'de ölümsüzlüğe irtihalini bilmek, Atatürk'ü tanımak anlamı taşımaz.
"Olaylar mı kahramanları, kahramanlar mı olayları çıkarır?" şeklindeki tarihle yaşıt bir münazaraya, biz de katılalım:
Selanikli Ali rıza Oğlu Mustafa Kemal 'i sırasıyla Gâzi, Mareşal ve Atatürk eden olaylara ve o günlere göz atmadan Gâzi Sarı Paşa'yı hakkıyla tanıtamayız.
O günlere hadi birlikte göz atalım:
Birinci Dünya Harbi daha devam ederken 1916' da İtilaf Devletleri, Türkiyeyi aralarında paylaşmışlardı. İtalya Antalya ve çevresinin kendilerine verilmesini istiyordu. İngiltere ve Fransa Anadolu'nun geri kalan kısmını kendi aralarında gizlice taksim etmişlerdi.
Tarihte; "1916 Taksim Projesi" veya "Sykes Pikot Projesi" denilen bu taksim projesine göre:
1-) Kafkasya'dan Kilikya'ya kadar uzanan yerlerde bir Ermenistan kurulacaktı.
2-) Arabistan Osmanlı İmparatorluğundan ayrılarak bir Arap devleti kuruluyor ve krallığına Şerif Hüseyin ailesi getirilecekti.
3-) Bu Arap devletlerinden Irak ile Filistin İngilterenin, Suriye ile Lübnan Fransanın himayesine verilecekti.
Bu anlaşmayı kabul eden Rusya ise, isteklerine ek olarak Boğazlar üzerinde hakimiyet ve Trabzon'dan itibaren Erzurum ve Van ile çevresinin Ermenilere değil kendilerine verilmesini istiyordu.
Bu taksim anlaşmasına göre Rusya Boğazlar ile Anadolu'ya, Yunanistan İzmir ve havalisine, İtalya Antalya ve çevresine, Fransa Kilikya, Suriye, Lübnan ile Güneydoğu Anadolu'ya, İngiltere Irak ve Filistin'e (Ürdün dahil) sahipleniyor ve Arabistan ayrı bir devlet oluyordu.
İngiltere Rusya'nın itirazı üzerine Ermenistan projesinden pek hayır çıkmayacağını düşünerek Kilikya ve doğusunu Fransa nüfuzuna vermeyi kabul ediyordu.
1918 yılı başlarında Birinci Dünya Harbinin sonu belliydi.
5 Ocak 1918 'de Birleşik Amerika Cumhurbaşkanı Wilson Amerika senatosunda hedeflerini açıklıyor ve 24 Ocak 1918'de Alman Başvekili, 7 Şubat 1918 'de de Osmanlı Hariciye Nazırı Halil Bey Wilson'un beyanatını prensip olarak kabul ettiklerini ilan ediyorlardı..
İngiltere Başbakanı Loyd Corc, Wilson Prensiplerinin Türkiye ile ilgili olan XII. maddesi hakkında; "Biz Türkiyeyi ne başkentinden ne de ırkan Türk olan Anadolu'nun ve Trakya'nın zengin ve önemli topraklarından mahrum etmek için dövüşüyoruz. Biz, Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul ile birlikte Türk ırkının ana yurdunda kalmasına muhalif değiliz. Fakat Karadeniz'le Akdeniz arasındaki geçit, milletler arası bir idare altında ve tarafsız olmalıdır. Arabistan, Ermenistan, Suriye ve Filistin ise bizce milli idarelerinin tanınmasına hak kazanmışlardır." diye İşçi Kongresinde nutuk atıyordu.
Bu beyanatından kısa bir süre sonra Loyd Corc, Yunanlıları İzmir'e, Batı Anadolu'ya, hatta Orta Anadolu'ya sevk ediyordu.
Çünkü Türkiye'nin taksimi tamamlanmış ve kesin şekliyle Rusya'da Sovyetler idaresinin kuruluşundan sonra, "Türkiye'nin Taksimi" ismini taşıyan bir kitap halinde neşredilmişti.
İtilaf Devletleri Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp dağıttıktan sonra Türkiye'nin Taksimi ile uğraşırken, tanıdığımız ve tanıdığımız kadar sevdiğimiz Gâzi Mustafa Kemal'in neler yaptığına da bir göz atmamız lazım.
Yıldırım Ordular Grupu Kumandanı Mustafa Kemal harbin bittiğini ve düşman devletleriyle mütareke imzalandığını, Sadrazam İzzet Paşanın 31 Ekim 1918 günü saat 18.00 de çektiği telgrafla öğreniyordu.
Mütareke ve Türkiye'nin katli fermanı metni Mustafa Kemal'in eline geçtiği gün Türkiye'nin başlıca harb sorumluları, bir Alman gemisiyle İstanbul'dan kaçıyorlardı. Garip bir tecelli ile bu kaçanların hepsi yurt dışında yabancı kurşunlarıyla can verdiler.
Mustafa Kemal mütareke şartlarını öğrendiği andan itibaren Saray yönetimini temsilen İzzet Paşa ile sert tartışmalı yazışmalarla meşguldü.
7 Kasım 1918' de hem VII. Ordunun, hem Yıldırım Ordular Grupu kumandanlığının lağvedildiği telgrafını aldı. İzzet Paşa aynı zamanda Mustafa Kemal'e İstanbul'da bulunmasının uygun olacağını da bildirmişti.
Fakat onda teslimiyetçi ruh yoktu. Olanlara ve şartlara baş eğmek, olanları olduğu gibi kabul etmek yoktu! Olaylar ve şartlarla boğuşmak ve milleti düştüğü yerden kaldırmaya çalışmakla meşguldü.
"Zat-ı şahane kendi tahtını düşünecektir. Artık bundan sonra milletin, kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de ona bu yolu göstermemiz ve ordu ile yardım etmemiz lazımdır." diyor ve "Geldikleri gibi giderler.." inancını açıklıyordu.
Nitekim, o kutlu gün geldi bütün gemiler, geldikleri gibi gittiler. Hem de onun gönderdiği askerleri selamlayarak. Rumların, Yahudilerin, Levantenlerin sarhoş çığlıkları ve palikarya naraları ise ebediyen sustu.
Ve biz bu Yiğit Millet Evlâdını, baş eğmeyen savaşçı kahramanı, Pakistan devletinin kurucusu Muhammed Ali Cinnah'ın; "Ehli İslamı ehli salibe çiğnetmeyen Kaid-i Azam (büyük kumandan) Mustafa Kemal..." diye tarif ettiği Muhteşem Türk'ü tanıdık tanıdığımız kadar sevdik ve ebediyen Atatürk ettik...
Hâinler, nankörler, inkârcılar ve işbirlikçiler, bu müthiş sevgiye güçleri yetmediği ve yetmeyeceği için çatlıyorlar, çatlasınlar! (Devam edeceğim)
"OLAMAZ TÜRK'E BAŞ, TÜRK'ÜM DEMEYEN" Vesselâm. Selâm, sevgi, duâ...
Kötü olmazsa iyinin, çirkin olmazsa güzelin, eğri olmazsa doğrunun, acı olmazsa tatlının farkında olunamayacağı gibi hâinler olmazsa sâdıklar da belli olmaz!
Köpeklerin kurttan korkmaları ve korktukları yere ürümeleri ne kadar doğalsa hâinlerin millete ve millet evlatlarına salya-sümük saldırmaları da o kadar doğaldır!
Eğer; "... keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı." Diye ağzından yellenenPüsküllüler olmasaydı; 13 Ekim 1918 günü Haydarpaşa'da trenden inip rıhtıma çıktığında 53 düşman gemisinin zafer bayrakları açarak İstanbul'a girişlerini yumruklarını sıkarak izleyen, bütün karşı sahillerin Rumların, Yahudilerin, Levantenlerin sarhoş çığlıklarıyla ve palikarya naraları ile çınladığını gören ve bu manzara karşısında, bu gergin atmosfer içinde bile; "Geldikleri gibi giderler.." Diyebilen millet evladının varlığını fark edemezdik!
Biz, Gâzi Paşa'yı böyle tanıdık; tanıdıkça sevdik ve sevdikçe sevdalandık.
Bir kişiyi sevmek için de, birine kızmak için de o kişiyi tanımak şarttır. Tanımadığımız birini sevemeyeceğimiz gibi, kızamayız da!
Muhteşem Türk Atatürk 'e tanımadan, kulaktan dolma iftiralarla kızanların inadına O'nu sevenlerin ne kadar tanıdıklarını sevgilerinden anlarız elbette ama yetmez!
Bize düşen; tanıdığımız ve tanıdığımız kadar sevdiğimiz nasp edilmiş bu Müstesna Millet Evladını, herkese layıkıyla tanıtmaktır.
1881 de Selanik'te doğup 10 Kasım 1938 de Dolmabahçe'de ölümsüzlüğe irtihalini bilmek, Atatürk'ü tanımak anlamı taşımaz.
"Olaylar mı kahramanları, kahramanlar mı olayları çıkarır?" şeklindeki tarihle yaşıt bir münazaraya, biz de katılalım:
Selanikli Ali rıza Oğlu Mustafa Kemal 'i sırasıyla Gâzi, Mareşal ve Atatürk eden olaylara ve o günlere göz atmadan Gâzi Sarı Paşa'yı hakkıyla tanıtamayız.
O günlere hadi birlikte göz atalım:
Birinci Dünya Harbi daha devam ederken 1916' da İtilaf Devletleri, Türkiyeyi aralarında paylaşmışlardı. İtalya Antalya ve çevresinin kendilerine verilmesini istiyordu. İngiltere ve Fransa Anadolu'nun geri kalan kısmını kendi aralarında gizlice taksim etmişlerdi.
Tarihte; "1916 Taksim Projesi" veya "Sykes Pikot Projesi" denilen bu taksim projesine göre:
1-) Kafkasya'dan Kilikya'ya kadar uzanan yerlerde bir Ermenistan kurulacaktı.
2-) Arabistan Osmanlı İmparatorluğundan ayrılarak bir Arap devleti kuruluyor ve krallığına Şerif Hüseyin ailesi getirilecekti.
3-) Bu Arap devletlerinden Irak ile Filistin İngilterenin, Suriye ile Lübnan Fransanın himayesine verilecekti.
Bu anlaşmayı kabul eden Rusya ise, isteklerine ek olarak Boğazlar üzerinde hakimiyet ve Trabzon'dan itibaren Erzurum ve Van ile çevresinin Ermenilere değil kendilerine verilmesini istiyordu.
Bu taksim anlaşmasına göre Rusya Boğazlar ile Anadolu'ya, Yunanistan İzmir ve havalisine, İtalya Antalya ve çevresine, Fransa Kilikya, Suriye, Lübnan ile Güneydoğu Anadolu'ya, İngiltere Irak ve Filistin'e (Ürdün dahil) sahipleniyor ve Arabistan ayrı bir devlet oluyordu.
İngiltere Rusya'nın itirazı üzerine Ermenistan projesinden pek hayır çıkmayacağını düşünerek Kilikya ve doğusunu Fransa nüfuzuna vermeyi kabul ediyordu.
1918 yılı başlarında Birinci Dünya Harbinin sonu belliydi.
5 Ocak 1918 'de Birleşik Amerika Cumhurbaşkanı Wilson Amerika senatosunda hedeflerini açıklıyor ve 24 Ocak 1918'de Alman Başvekili, 7 Şubat 1918 'de de Osmanlı Hariciye Nazırı Halil Bey Wilson'un beyanatını prensip olarak kabul ettiklerini ilan ediyorlardı..
İngiltere Başbakanı Loyd Corc, Wilson Prensiplerinin Türkiye ile ilgili olan XII. maddesi hakkında; "Biz Türkiyeyi ne başkentinden ne de ırkan Türk olan Anadolu'nun ve Trakya'nın zengin ve önemli topraklarından mahrum etmek için dövüşüyoruz. Biz, Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul ile birlikte Türk ırkının ana yurdunda kalmasına muhalif değiliz. Fakat Karadeniz'le Akdeniz arasındaki geçit, milletler arası bir idare altında ve tarafsız olmalıdır. Arabistan, Ermenistan, Suriye ve Filistin ise bizce milli idarelerinin tanınmasına hak kazanmışlardır." diye İşçi Kongresinde nutuk atıyordu.
Bu beyanatından kısa bir süre sonra Loyd Corc, Yunanlıları İzmir'e, Batı Anadolu'ya, hatta Orta Anadolu'ya sevk ediyordu.
Çünkü Türkiye'nin taksimi tamamlanmış ve kesin şekliyle Rusya'da Sovyetler idaresinin kuruluşundan sonra, "Türkiye'nin Taksimi" ismini taşıyan bir kitap halinde neşredilmişti.
İtilaf Devletleri Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp dağıttıktan sonra Türkiye'nin Taksimi ile uğraşırken, tanıdığımız ve tanıdığımız kadar sevdiğimiz Gâzi Mustafa Kemal'in neler yaptığına da bir göz atmamız lazım.
Yıldırım Ordular Grupu Kumandanı Mustafa Kemal harbin bittiğini ve düşman devletleriyle mütareke imzalandığını, Sadrazam İzzet Paşanın 31 Ekim 1918 günü saat 18.00 de çektiği telgrafla öğreniyordu.
Mütareke ve Türkiye'nin katli fermanı metni Mustafa Kemal'in eline geçtiği gün Türkiye'nin başlıca harb sorumluları, bir Alman gemisiyle İstanbul'dan kaçıyorlardı. Garip bir tecelli ile bu kaçanların hepsi yurt dışında yabancı kurşunlarıyla can verdiler.
Mustafa Kemal mütareke şartlarını öğrendiği andan itibaren Saray yönetimini temsilen İzzet Paşa ile sert tartışmalı yazışmalarla meşguldü.
7 Kasım 1918' de hem VII. Ordunun, hem Yıldırım Ordular Grupu kumandanlığının lağvedildiği telgrafını aldı. İzzet Paşa aynı zamanda Mustafa Kemal'e İstanbul'da bulunmasının uygun olacağını da bildirmişti.
Fakat onda teslimiyetçi ruh yoktu. Olanlara ve şartlara baş eğmek, olanları olduğu gibi kabul etmek yoktu! Olaylar ve şartlarla boğuşmak ve milleti düştüğü yerden kaldırmaya çalışmakla meşguldü.
"Zat-ı şahane kendi tahtını düşünecektir. Artık bundan sonra milletin, kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de ona bu yolu göstermemiz ve ordu ile yardım etmemiz lazımdır." diyor ve "Geldikleri gibi giderler.." inancını açıklıyordu.
Nitekim, o kutlu gün geldi bütün gemiler, geldikleri gibi gittiler. Hem de onun gönderdiği askerleri selamlayarak. Rumların, Yahudilerin, Levantenlerin sarhoş çığlıkları ve palikarya naraları ise ebediyen sustu.
Ve biz bu Yiğit Millet Evlâdını, baş eğmeyen savaşçı kahramanı, Pakistan devletinin kurucusu Muhammed Ali Cinnah'ın; "Ehli İslamı ehli salibe çiğnetmeyen Kaid-i Azam (büyük kumandan) Mustafa Kemal..." diye tarif ettiği Muhteşem Türk'ü tanıdık tanıdığımız kadar sevdik ve ebediyen Atatürk ettik...
Hâinler, nankörler, inkârcılar ve işbirlikçiler, bu müthiş sevgiye güçleri yetmediği ve yetmeyeceği için çatlıyorlar, çatlasınlar! (Devam edeceğim)
"OLAMAZ TÜRK'E BAŞ, TÜRK'ÜM DEMEYEN" Vesselâm. Selâm, sevgi, duâ...
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Mustafa Aslan / diğer yazıları
- Atatürk'ün anlatımıyla Çanakkale savaşları / 20.03.2017
- İnsandan insana, insansa... / 19.03.2017
- 'Anam bana kör dedi!' / 14.03.2017
- Söyle-ni-yorum-2 / 13.03.2017
- Hâlâ iyiler varmış şükrolsun / 10.03.2017
- Savaş ve insan / 09.03.2017
- Ben, kim miyim? / 08.03.2017
- Milli siyaset hakemliği / 07.03.2017
- Sakındığımız dostluk / 02.03.2017
- Yol özel yolcu güzel / 28.02.2017
- İnsandan insana, insansa... / 19.03.2017
- 'Anam bana kör dedi!' / 14.03.2017
- Söyle-ni-yorum-2 / 13.03.2017
- Hâlâ iyiler varmış şükrolsun / 10.03.2017
- Savaş ve insan / 09.03.2017
- Ben, kim miyim? / 08.03.2017
- Milli siyaset hakemliği / 07.03.2017
- Sakındığımız dostluk / 02.03.2017
- Yol özel yolcu güzel / 28.02.2017