"Ecdadına sahip çıkmayan mukaddesatına da sahip çıkamaz!"-Türk Atasözü-
Küreselleşme olgusunun, ekonomiden başlayarak ulusal sınırları ve millî kimlikleri önceden görülmemiş bir şekilde tahrip ederek tehditkâr bir hale dönüşmesi karşısında, halkımızda ciddi tereddütleri beraberinde getirmiş, millî devletin varlığı, ülkenin bağımsızlığı, ulusal sınırların korunması, millî kültürün yaşatılması gibi temel kavramlarda yüksek duyarlılıkların oluşmasına sebep olmuştur.
Bu hassasiyetler, batılı kafasızların zannettiği gibi kesinlikle menfî bir milliyetçilik veya bayağı bir şövenlik gösterisi değildir. Burada gösterilen ulusal duyarlılık ne şövenizm ne de ırkçılıktır, bilakis dünyanın önde gelen batılı araştırmacıların da bu kaygıları paylaştığını söylediğini ve daha 21. yüzyıla başlamadan önce bu kaygıları dile getirdikleri görülmüştür; "Hayat tarzlarımız ne denli homojenleşirse, köklü değerlere, dil, sanat ve edebiyata da o denli bağlanırız. Dış dünyalarımız birbirine yaklaştıkça iç dünyalarımıza özgü geleneklerin de değeri mutlaka artacaktır." Ama şimdi ise aynı ağızlar dün söylediklerini hiç söylememiş gibi, küreselleşme olgusunun önünde duran bütün her şeyi, sistem içindeki parazitlere hatta yok edilmesi gereken virüslere benzetip özdeş görüyorlar...
Bu nedenle yaşanmış geçmişi gözardı edip ondan ders almamak, olumsuz tecrübeleri tekrar edip olumlu tecrübelerden faydalanmamak demektir. Atatürk; "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır" diyor. O halde geçmişimizi eleştirmeyi -ne olursa olsun- hemen bırakmalıyız onun yerine, başarılarını ve hatalarını değerlendirerek ecdadımıza ve ecdadımızın geleneklerine dört elle sahip çıkmalıyız, çok iyi tanımalıyız.
Ecdada sahip çıkmak ve onu gelenekleriyle tanımak, benimsemek bugünü görebilmek ve geleceği yönlendirmek için zorunlu, en mühim işlerdendir artık.
Mesela, Türk ve dünya tarihinin en önemli olayı olan İstanbul'un fethini gerçekleştiren Fatih bunlardan birisidir. Fatih'in birkaç dil bildiği, Herodot tarihini okuduğu, bütün Avrupa devletlerinin tarihini incelediği ama hiçbir zaman dininden, dilinden, bayrağından, diyanetinden, kültür ve irfanından hele hele örf ve geleneklerinden taviz vermediğini öğrenmeli ve niçin böyle olduğunu benimseyerek bilmeliyiz.
Bu durumda ecdada, tarihine ve en mühimi ideallerine sahip çıkmak demenin; bugünün gerçeklerini iyi analiz edip geçmişi iyi değerlendirmeyi, yapılan hataları tekrarlamamayı ve zorluklarla elde edilen bağımsız ülke olmanın değerini iyi kavramak olduğunu ve yetişen yeni nesillere de bunları iyice kavratmak olduğunu bir daha altı çizilerek bilmek gerekmektedir.
Artık günümüz insanı dünyanın büyüklüğüne inanmıyor... Sanal dünyanın muazzam ağları sayesinde dünyanın diğer ucundaki kullanıcı ile sohbet edebiliyor, üretilen bilgileri, yeni fikirleri bir tuşla bilgisayarına aktarabiliyor, alışveriş edebiliyor, dünyanın en önemli üniversitelerine, kütüphanelerine girebiliyor, hayatında gidemeyeceği yerleri, müzelerindeki en müstesna sanat eserlerini görebiliyor... Dünyada olup bitenleri menfî ve müspet etkilerle tek yönlü medya denilen sihirli dünyadan görüyor, öğreniyor, biliyor ve daha birçok şey...
İnsanlık çağın bu baş döndürücü hızlı bilimsel ve teknolojik gelişmelerinin ve bu gelişmelerin getirdiği sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçlarının kendisine sunduğu bütün bu nimetlerinden ve maddî refahından memnun gözükmekle birlikte, hiç de bu gidişatın doğru bir gidişat olmadığını dolayısıyla nihaî sonucundan da pek emin görünmüyor aslında. İnsanlık kendi hayatının her safhasında etkisini görmeye başladığı batının başat olduğu bu olağanüstü gelişmelerin en iyi şekilde yönetilmesi ve yönlendirilmesi gerektiğine inanıyor aksi takdirde, çağın getirdiği sonuçları göremeyip hayatlarını yönetemeyenlerin, eninde sonunda bu gelişmelerin başatı olan batılı güçlerin hayatını yöneteceğinden, aklının, ruhunun, şehvetinin esiri olduğu batının tam bir kölesi olmaktan derin bir biçimde endişe ediyor esasında!
İşte bu haklı kaygıların karşısında ulusal bağımsızlık ve direncin temeli olan iki husus var olduğu görülüyor. Çünkü küresel güçlerin var kuvvetleriyle habire zayıflatmak ve yıkmak için saldırdığı da bu iki öğedir. Olmazsa olmaz kabilinden olan, kaybedilmesi halinde hiçbir şeyin de kalmayacağı kıymetler olan bu iki mühim temel öğe din ve dildir. Millî birlik ve beraberliğimizin teminatıdırlar bu ik ana öğe. Bu iki öğenin behemehal korunması başta gelmelidir bu nedenle. Çünkü küresel olgunun karşısında artık din ve dil birliğimiz, millî bütünlüğümüzdür. Bu iki öğe birbiriyle o kadar çok yakından alakâlıdır ki; biri zayıflatılırsa öteki zayıflar, öteki kaybedilirse diğeri kaybedilir. Sonunda millî bütünlüğümüz, bizi biz yapan şahsiyetimiz, manevî kimliğimiz otomatikman zayıflar ve kendilğinden parçalanır.
Bu bakımdan güzel Türkçemiz ve temiz dinimiz millî birlik ve beraberliğimizin teminatı olarak görülmeli, geleceğimizin temsilcisi olan gençlerimize ve çocuklarımıza en iyi biçimde öğretilmelidir. Unutulmamalı, dünya görüşü, hayat felsefesi, sanat anlayışı, her türlü konuların işleniş ve kavranış tarzı, eğitim, imaj ve ses olduğu gibi dil ve dinin muazzam üslubuyla tarih içinde muhteşem medeniyeti oluşturmuştur.
Bu medeniyetin doğal sonucu olarak; bizleri yaşlısı genciyle, kadını erkeğiyle zamanın tahribatına karşı koruyan, gelecek genç kuşakların geçmiş tarihî kuşaklarla bağlantısını kurmasına neden olan ve maddi/manevi kimliğiyle tekevvün etmiş şahsiyetini anlamasına fırsat vermiş yegane unsurlar olarak din ve dil bu nedenle önceliklidirler: Ulusal birlik ve beraberlik bu bakımdan dil ve dini birlik ve beraberlikdir.
Unutmamalı, her devrin beşeri telâkkisi kendisine göredir. Mutlak bir insan telâkkisi tasavvur edemeyeceğimiz gibi, onun her zaman ve mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski insanlarımız olan ecdadımız, güzel olmak haysiyetiyle beşerin hafsalasına sığmayacak kıymette muaazzam ve muhteşem maddi/manevi eserler vücuda getirdiler. Bir tarafta olan eksikliklerini, öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle tamamladılar. Bize düşen şey, gaflete neden olan batıcı ihanet gözlüğünü söküp atarak, geçici batıl mülâhazaları bir yana bırakıp, on dört asır süren bir tecrübenin bu asil mahsullerinden alabileceğimizi almaktır...
Küreselleşme olgusunun, ekonomiden başlayarak ulusal sınırları ve millî kimlikleri önceden görülmemiş bir şekilde tahrip ederek tehditkâr bir hale dönüşmesi karşısında, halkımızda ciddi tereddütleri beraberinde getirmiş, millî devletin varlığı, ülkenin bağımsızlığı, ulusal sınırların korunması, millî kültürün yaşatılması gibi temel kavramlarda yüksek duyarlılıkların oluşmasına sebep olmuştur.
Bu hassasiyetler, batılı kafasızların zannettiği gibi kesinlikle menfî bir milliyetçilik veya bayağı bir şövenlik gösterisi değildir. Burada gösterilen ulusal duyarlılık ne şövenizm ne de ırkçılıktır, bilakis dünyanın önde gelen batılı araştırmacıların da bu kaygıları paylaştığını söylediğini ve daha 21. yüzyıla başlamadan önce bu kaygıları dile getirdikleri görülmüştür; "Hayat tarzlarımız ne denli homojenleşirse, köklü değerlere, dil, sanat ve edebiyata da o denli bağlanırız. Dış dünyalarımız birbirine yaklaştıkça iç dünyalarımıza özgü geleneklerin de değeri mutlaka artacaktır." Ama şimdi ise aynı ağızlar dün söylediklerini hiç söylememiş gibi, küreselleşme olgusunun önünde duran bütün her şeyi, sistem içindeki parazitlere hatta yok edilmesi gereken virüslere benzetip özdeş görüyorlar...
Bu nedenle yaşanmış geçmişi gözardı edip ondan ders almamak, olumsuz tecrübeleri tekrar edip olumlu tecrübelerden faydalanmamak demektir. Atatürk; "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır" diyor. O halde geçmişimizi eleştirmeyi -ne olursa olsun- hemen bırakmalıyız onun yerine, başarılarını ve hatalarını değerlendirerek ecdadımıza ve ecdadımızın geleneklerine dört elle sahip çıkmalıyız, çok iyi tanımalıyız.
Ecdada sahip çıkmak ve onu gelenekleriyle tanımak, benimsemek bugünü görebilmek ve geleceği yönlendirmek için zorunlu, en mühim işlerdendir artık.
Mesela, Türk ve dünya tarihinin en önemli olayı olan İstanbul'un fethini gerçekleştiren Fatih bunlardan birisidir. Fatih'in birkaç dil bildiği, Herodot tarihini okuduğu, bütün Avrupa devletlerinin tarihini incelediği ama hiçbir zaman dininden, dilinden, bayrağından, diyanetinden, kültür ve irfanından hele hele örf ve geleneklerinden taviz vermediğini öğrenmeli ve niçin böyle olduğunu benimseyerek bilmeliyiz.
Bu durumda ecdada, tarihine ve en mühimi ideallerine sahip çıkmak demenin; bugünün gerçeklerini iyi analiz edip geçmişi iyi değerlendirmeyi, yapılan hataları tekrarlamamayı ve zorluklarla elde edilen bağımsız ülke olmanın değerini iyi kavramak olduğunu ve yetişen yeni nesillere de bunları iyice kavratmak olduğunu bir daha altı çizilerek bilmek gerekmektedir.
Artık günümüz insanı dünyanın büyüklüğüne inanmıyor... Sanal dünyanın muazzam ağları sayesinde dünyanın diğer ucundaki kullanıcı ile sohbet edebiliyor, üretilen bilgileri, yeni fikirleri bir tuşla bilgisayarına aktarabiliyor, alışveriş edebiliyor, dünyanın en önemli üniversitelerine, kütüphanelerine girebiliyor, hayatında gidemeyeceği yerleri, müzelerindeki en müstesna sanat eserlerini görebiliyor... Dünyada olup bitenleri menfî ve müspet etkilerle tek yönlü medya denilen sihirli dünyadan görüyor, öğreniyor, biliyor ve daha birçok şey...
İnsanlık çağın bu baş döndürücü hızlı bilimsel ve teknolojik gelişmelerinin ve bu gelişmelerin getirdiği sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçlarının kendisine sunduğu bütün bu nimetlerinden ve maddî refahından memnun gözükmekle birlikte, hiç de bu gidişatın doğru bir gidişat olmadığını dolayısıyla nihaî sonucundan da pek emin görünmüyor aslında. İnsanlık kendi hayatının her safhasında etkisini görmeye başladığı batının başat olduğu bu olağanüstü gelişmelerin en iyi şekilde yönetilmesi ve yönlendirilmesi gerektiğine inanıyor aksi takdirde, çağın getirdiği sonuçları göremeyip hayatlarını yönetemeyenlerin, eninde sonunda bu gelişmelerin başatı olan batılı güçlerin hayatını yöneteceğinden, aklının, ruhunun, şehvetinin esiri olduğu batının tam bir kölesi olmaktan derin bir biçimde endişe ediyor esasında!
İşte bu haklı kaygıların karşısında ulusal bağımsızlık ve direncin temeli olan iki husus var olduğu görülüyor. Çünkü küresel güçlerin var kuvvetleriyle habire zayıflatmak ve yıkmak için saldırdığı da bu iki öğedir. Olmazsa olmaz kabilinden olan, kaybedilmesi halinde hiçbir şeyin de kalmayacağı kıymetler olan bu iki mühim temel öğe din ve dildir. Millî birlik ve beraberliğimizin teminatıdırlar bu ik ana öğe. Bu iki öğenin behemehal korunması başta gelmelidir bu nedenle. Çünkü küresel olgunun karşısında artık din ve dil birliğimiz, millî bütünlüğümüzdür. Bu iki öğe birbiriyle o kadar çok yakından alakâlıdır ki; biri zayıflatılırsa öteki zayıflar, öteki kaybedilirse diğeri kaybedilir. Sonunda millî bütünlüğümüz, bizi biz yapan şahsiyetimiz, manevî kimliğimiz otomatikman zayıflar ve kendilğinden parçalanır.
Bu bakımdan güzel Türkçemiz ve temiz dinimiz millî birlik ve beraberliğimizin teminatı olarak görülmeli, geleceğimizin temsilcisi olan gençlerimize ve çocuklarımıza en iyi biçimde öğretilmelidir. Unutulmamalı, dünya görüşü, hayat felsefesi, sanat anlayışı, her türlü konuların işleniş ve kavranış tarzı, eğitim, imaj ve ses olduğu gibi dil ve dinin muazzam üslubuyla tarih içinde muhteşem medeniyeti oluşturmuştur.
Bu medeniyetin doğal sonucu olarak; bizleri yaşlısı genciyle, kadını erkeğiyle zamanın tahribatına karşı koruyan, gelecek genç kuşakların geçmiş tarihî kuşaklarla bağlantısını kurmasına neden olan ve maddi/manevi kimliğiyle tekevvün etmiş şahsiyetini anlamasına fırsat vermiş yegane unsurlar olarak din ve dil bu nedenle önceliklidirler: Ulusal birlik ve beraberlik bu bakımdan dil ve dini birlik ve beraberlikdir.
Unutmamalı, her devrin beşeri telâkkisi kendisine göredir. Mutlak bir insan telâkkisi tasavvur edemeyeceğimiz gibi, onun her zaman ve mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski insanlarımız olan ecdadımız, güzel olmak haysiyetiyle beşerin hafsalasına sığmayacak kıymette muaazzam ve muhteşem maddi/manevi eserler vücuda getirdiler. Bir tarafta olan eksikliklerini, öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle tamamladılar. Bize düşen şey, gaflete neden olan batıcı ihanet gözlüğünü söküp atarak, geçici batıl mülâhazaları bir yana bırakıp, on dört asır süren bir tecrübenin bu asil mahsullerinden alabileceğimizi almaktır...
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Adnan Ulutaş / diğer yazıları
- Bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? / 23.07.2002
- Demokrasi kabusu / 17.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-II / 12.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-I / 11.07.2002
- Hangi zaman? / 10.07.2002
- Hangi ruh? / 09.07.2002
- Zulmün hukuku olmaz / 03.07.2002
- Batının ahlâksız hayatı! / 25.06.2002
- Avrupalaşma ihaneti / 19.06.2002
- Alçaklığın adı hukuk oldu! / 16.05.2002
- Demokrasi kabusu / 17.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-II / 12.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-I / 11.07.2002
- Hangi zaman? / 10.07.2002
- Hangi ruh? / 09.07.2002
- Zulmün hukuku olmaz / 03.07.2002
- Batının ahlâksız hayatı! / 25.06.2002
- Avrupalaşma ihaneti / 19.06.2002
- Alçaklığın adı hukuk oldu! / 16.05.2002