Evet, eğitim ve öğretim en az cerrahlık kadar hassasiyet istiyor. Öğretmenlik en az cerrahlık kadar bir pratiklik, yaşanmışlık ve aynı zamanda adanmışlık gerektiriyor. Çünkü öğretmenlik bir mesleğin çok ötesinde anlamlar barındırıyor.
Öğretmenlerimiz aşkın bir misyonun yeryüzündeki temsilcileridir. Cerrahlık nasıl ki kitaplardan okumayla öğrenilemiyorsa, eğitim ve öğretim de iyi insanı, ahlaklı insanı yetiştirmek de sadece sözde anlatımla ve kitaplardan bilgi aktarımıyla yetişmiyor. Neden yetişmiyor, neden olmuyor? Günlük hayatta çevremizdeki insanlar çok şeyin doğrusunu bildikleri halde yanlışta ısrar ediyor, neden?
İnsan doğruyu bildiği halde neden yapmaz?
Bir insanda doğru olanın bilgisi var, ama doğruyu bildiği halde yanlışa yelken açıyor. Neden?
Belki de bu sorular eğitim tarihinin en kadim soruları arasındadır. Öyle ya bir insan biliyor ama bildiği doğrunun tam tersini neden yapıyor. Hatta bildiği doğruları da insanlara çok da güzel anlatıyor. Ancak siz bu doğruları bildiğiniz halde neden yapmıyorsunuz diye sorulduğunda da o klasik cevap verilir, "Hocanın dediğini yap ama yaptığını yapma!" Belki de bugün eğitimimizin temel sorunu bu cevapta gizlidir.
Ne demek, ben doğruları biliyorum ancak yapmıyorum, ama siz bana bakmayınız siz yapınız. Çok hatalı bir duruş. Bir defa insanın en önemli özelliklerinden birisi çabuk etkilenebilen bir varlık olmasıdır. Bildiklerini samimi bir şekilde yaşayan bir insanı gördüğünde insanoğlu ister istemez ondan etkilenir. Çünkü bildiğini yaşamaya çalışan kişiler bilgilerini duygularıyla harmanlayarak gösterirler. Bildiklerine kalbiyle, duygularıyla, mimikleriyle yorum katarlar. Yani bunu yemek yapan ustanın el lezzeti gibi düşünebiliriz. Bu münasebetle bilmek işin teknisyenliğidir, bilginliğidir. Bildiğini uygulamak işin sanatkârlığı, ustalığı, Arifliğidir, bilgeliğidir, irfan boyutudur.
Bugüne gelinceye kadar çağlara çeşitli isimler verildi mesela 20. yüzyıla da "Bilgi Çağı" denildi. Bu çağla birlikte insanlar daha çok bilgiye, daha hızlı ulaşma imkânına sahip oldu. Ancak daha çok bilgi sahibi olmak insanoğluna mutluluk getirmedi. Evet, bilgi güçtür. Ama hangi bilgi güçtür? Bu soruyu doğru cevaplamadan adeta computer gibi bilgi yüklemesiyle geçen bir hayatımız oldu.
Pratiğe dönüşmeyen bir bilginin zihinde olmasının kime ne faydası var? Bu neye benziyor biliyor musunuz; bir kişi Türk mutfağının en ünlü aşçılarının, yazdığı çok lezzetli yemek tariflerinin yapıldığı o hacimli kitaplardan birini tüm ayrıntısına kadar ezberliyor. Kitaptan soru sorulduğunda da çatır çatır cevap vere biliyor. Ama hadi bakalım bu kadar biliyorsun bir de marifetini mutfakta görelim bize bir melemen yap da yiyelim, dediğimizde bu kişi şaşırıp kalıyor. Şöyle bir cevap geliyor; "Biliyorum ama yapamıyorum!"
Evet, 20. yüzyıl doğrudur belki bilgilerin yığınla bilindiği, yayıldığı bir yüzyıl olabilir ama sonuçları itibarıyla baktığımızda bilinenlerin uygulanmadığı bir yüzyıl oldu. İnsan hakları, demokrasi, çocuk hakları, kadın hakları, adalet, hak, hukuk, ücrette adalet, doğayı koruyalım, çevremizi temiz tutalım, vs. bunların bilgisini her yerde verdik ama sonuç tam tersi yani hüsran. Uygulamada "ellere verdik talkını biz götürdük salkımı, oldu." (devam edecek…)
- Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı paşasıydı / 01.04.2025
- Bayram, şeker ve ruhsuzluk / 29.03.2025
- Akıl mı aşk mı? İnsanı insan yapan nedir? / 25.03.2025
- Akıl ve inanç: Haritasız yolculuk olur mu? / 22.03.2025
- Ehlibeyt ve Ramazan: Oruç, sadece bir açlık mıdır? / 21.03.2025
- Boğaz kanla dolu, ama geçilmez! / 18.03.2025
- Unutulan hakikat, kaybolan insanlık / 16.03.2025
- İnsanın, insan-ı kâmil olduğu ay: Ramazan / 14.03.2025
- İstiklal’in sesi: Bir milletin ruhuna kazınan marş / 12.03.2025