Mevlana'nın güzel bir sözü var: "Sen ne kadar anlatırsan anlat senin anlattıkların karşındakinin anladığı kadardır cancâğazım" diye. Öğretmen bir arkadaşımın başından geçen bir olayı kendisinden dinledikten sonra Hazretin bu sözünü daha iyi anladığımı söyleyebilirim.
Olay şöyle; yıllar önce özellikle emeklilik yaşı gelmiş insanlar emeklilik ikramiyesinin ve emeklilik maaşlarının biraz fazla almak için, ortaokul, lise diploması almaları gerekiyormuş. Ve denilen sınavların birin de bu öğretmen arkadaş kimya dersinde gözcü olarak görev alıyor. Görev yaptığı okul ve ikamet ettiği semt aynı yerde olduğu için sınava girenlerin birçoğunu da tanıyormuş. Sınavda tanıdık birisi hocanın gözüne içine bakarak yardım istiyor. Öğretmen arkadaş da sınava girenlerin durumunu bildiği için yaklaşıyor.
Hasan Amcanın bilemediği soru: "Maddenin üç halini yazınız?"
Soru basit ama Hasan amca bilemiyor. Öğretmen arkadaş da cevabın; katı, sıvı, gaz olduğunu Hasan amcaya söylüyor. Sınav sonunda kâğıtları toplarken öğretmen arkadaş Hasan amcanın kâğıdın en üste koyuyor. Bakıyor yapabilmiş mi diye. Hasan amca maddenin üç halini yazmasına yazmış ama biraz farklı yazmış. Anladığı şekilde yazmış. Hasan amca kendisine söyleneni değil, kendi dünyasında anladığını yazmış. Hasan amcaya göre, maddenin üç hali; katır, sığır, kaz'dır.
Bu olayı dinledikten sonra Mevlana'nın yukarıda ifade etmiş olduğum sözü hatırıma geldi. Sen ne kadar bilirsen bil, eğer anlattığın kişiler, seni dinleyenler, okuyanlar senin anlattıklarını anlama seviyesine, bilgisine sahip değilse, senin anlattıklarının yanlış anlaşılması gayet doğal bir durum arz etmektedir.
Bu münasebetle bireylerin, toplumların eğitimi; kültürün doğru ve aslına uygun biçimde devam etmesi için, insanların gelişimi için, eğitim çok kıymetli ve çok önemlidir. Özellikle toplumun okumuş kesiminin, toplumuna tepeden bakarak değil, insanlarıyla iç içe olarak onların derdiyle dertlenerek, sevinciyle sevinerek onlardan ayrı olmadığını yaşayarak göstermesi gerekir. Onun öğretecekleri olduğu gibi onunda toplumdan öğreneceği çok şeyin olduğunu söylemeliyiz.
Unutulmamalı ki bu konuştuğumuz dili bize taşıyan sokakta yaşayan insanlardır. Ailemiz, yakınlarımızdır. Geleneğin sürekliliği çarşıda, pazarda yaşatıldığı sürecedir. Aydınların sokaktan, çarşı, pazardan, halktan kopmaması gerekiyor. Toplumlar o zaman, birlik ve beraberlik ve dayanışma içinde olur. Özellikle günümüzde ülkemizin dört tarafı sıkıntı içindeyken, toplumu oluşturan bireylerin birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacı var.
Dayanışma içerisinde ortak bir duygu ile beraber biz bilincinin oluşması gerekiyor. Milletleri ayakta tutan en kıymetli duygu biz duygusudur. Biz duygusunu oluşturan en önemli unsur da o toplumu oluşturan bireylerin içinde bulunmuş oldukları toplumun inancı, kültürü, Örf, âdeti, geleneği ve göreneği en kıymetli harçtır.
Aslında bizi biz yapan dayanışma içerisinde, ayakta tutanda bu ortak değerlere bağlılığımızdır. Bu bağlılık ülkede milletin özelliklerini, karakteristik yapısını oluşturan bir ahlakın oluşmasını sağlayacaktır. Bu ahlaktan beslenen müfredatla şekillenen eğitim milli olacaktır. Bu eğitimi alan nesillerde de hiç şüphesiz milli bir kimlik oluşacak. Bu kimlikle donanan nesiller, dünya değerlerine kendilerini kaptırmadan değerlendirme kuvvetini kendilerinde göreceklerdir. "Ben bir Türk hanımefendisiyim, ben bir Türk beyefendisiyim" diyecektir.
(devam edecek…)
- Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı paşasıydı / 01.04.2025
- Bayram, şeker ve ruhsuzluk / 29.03.2025
- Akıl mı aşk mı? İnsanı insan yapan nedir? / 25.03.2025
- Akıl ve inanç: Haritasız yolculuk olur mu? / 22.03.2025
- Ehlibeyt ve Ramazan: Oruç, sadece bir açlık mıdır? / 21.03.2025
- Boğaz kanla dolu, ama geçilmez! / 18.03.2025
- Unutulan hakikat, kaybolan insanlık / 16.03.2025
- İnsanın, insan-ı kâmil olduğu ay: Ramazan / 14.03.2025
- İstiklal’in sesi: Bir milletin ruhuna kazınan marş / 12.03.2025