Her yıl 25 Mart'ta Yunanistan, 1821'de Osmanlı'ya karşı başlattığı isyanı "bağımsızlık günü" olarak kutluyor. Ne var ki, bu yıl yapılan resmigeçitlerde Yunan askerlerinin Türkiye aleyhine sloganlar atması, dostluk ve komşuluk hukukuna aykırı bir görüntü oluşturdu. Tarihi bilmek, öfkeyi körüklemek için değil; ders çıkarmak içindir. Bu noktada bize düşen görev, bu tür hadiselere hangi bakışla yaklaşmamız gerektiğini sorgulamaktır.
Doğrusu nedir? İşte burada bir milletin büyüklüğü, liderinin vakarında gizlidir. Mustafa Kemal Atatürk'ün 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtuluşunun ardından şehre gelişini hepimiz biliriz. 10 Eylül sabahı Hükûmet Konağı'na girişi sırasında yere serilmiş bir Yunan bayrağı vardı. Çevresindekiler onun bu bayrağa basarak içeri girmesini bekliyordu. Ancak Atatürk orada bir devlet adamına yakışır, tarihî bir söz söyledi: "Bir milletin istiklalini temsil eden bayrak çiğnenmez. Kaldırınız."
O gün yanan evlerin, sökülen camilerin, ezilen değerlerin acısı taptazeydi. Ancak o, intikam değil, onur ve adalet duygusunu tercih etti. İşte asıl zafer budur.
Burada bir de öz eleştiri yapalım. Milli bayramlar ülkemizde gerektiği şekilde kutlanmıyor. Ne yazık ki 2010'lardan bu yana millî bayramların kutlanışında bir sönüklük hissediliyor. Coşku yerini resmiyetin donukluğuna bırakmış durumda. Oysa millî bayramlar, sadece geçmişin hatırlanması değil, bir milletin kendini tekrar tekrar inşa etmesidir. Prof. Dr. Haydar Baş'ın şu sözünü hatırlayalım. "Millî bayramlarını layıkıyla kutlamayan bir millet, dinî bayramlarını da kutlayamaz hâle gelir." Bayramlarımızı coşkuyla, sahiplenerek kutlamazsak; kimlik bilinci zamanla zayıflar, millet olma bilinci körelir.
Gençlik artık söz istiyor
Son günlerde Saraçhane'de yaşanan olaylar, gençliğin yeni bir kimlikle ortaya çıktığını gösterdi. Z kuşağı bugüne dek apolitik, ilgisiz, sadece dijital dünyaya hapsolmuş olarak görülüyordu. Ama şimdi sahadalar, meydandalar, fikirleriyle varlar. Üstelik bunu öfkeyle değil; ironiyle, mizahla, yaratıcı yöntemlerle yapıyorlar. Bu gençlik sadece bir siyasi figürü desteklemek için değil, kendi meseleleri için sokakta. Bu çok kıymetli bir gelişme. Çünkü siyasetin dönüşümünü gösteriyor. Bu gençliği dışlamak değil, anlamak ve sürece dâhil etmek gerekir. Onları düşmanlaştırmak değil, demokrasinin bir parçası olarak görmek gerekir.
Onlar bir siyasi partinin çağrısıyla orada değillerdi. Onları motive eden, içlerinde büyüyen adalet arayışıydı. Bu çok önemli bir kırılma anıdır. Çünkü gençlik artık edilgen değil, etken bir rol üstlenmeye başlıyor. Siyasi figürlerin söylediği "Evlerinize dönün" çağrısı karşısında gençlerin tepkisi nettir: "Biz senin çağırdığın için gelmedik ki..." Bu cevap, bir kuşağın bireysel uyanışının göstergesidir. Sokağa çıkan gençliği düşman gibi görmek yerine, onların sesini duymak gerekiyor. Çünkü bu gençler, Türkiye'nin zenginliğidir. "Gençlik demokraside tehdit değil, teminattır." Bu bilinçle hareket edersek, bugünün gençliği sadece geleceğin yöneticileri değil, bugünün çözüm ortakları da olabilirler.
Ekonomide bağımsız olmadan gerçek bağımsızlık olmaz
Günümüzde ekonomik göstergeler, kaygı verici bir tabloyu gözler önüne seriyor. Şubat ayı dış ticaret rakamları açıklandı. Türkiye'nin ihracatı %1.6 azalarak 20,7 milyar dolara gerilerken, ithalat %2 artarak 28,5 milyar dolara ulaştı. Bu tablo, sadece rakamlardan ibaret değil; her 100 dolarlık alımın 40 dolarlık üretimle karşılandığı anlamına geliyor.
Ev ekonomisinden örnek verelim: Eve giren para az, çıkan para çoksa o hane ya borçlanır ya da tasarrufa gider. Ama bu açık sürekli hale gelirse, hayat standardı düşer. Aynı şey devletler için de geçerli. Sürekli cari açık veren bir ülke, bir noktadan sonra dışarıdan emir alır hâle gelir. Bağımsız karar alma yetisini kaybeder.
Türkiye'nin artık dışa bağımlılıktan kurtulması, kendi üreticisini ve tüketicisini koruyan bir ekonomik model benimsemesi gerekiyor. Devletin görevi yalnızca üretimi desteklemek değil, tüketicinin alım gücünü artırmak da olmalı. Aksi takdirde en kaliteli ürün bile rafta kalır, vitrin süsü olmaktan öteye geçemez. Ekonomide emme-basma tulumba dengesi kurulmalıdır. Üretici üretmeli ama aynı zamanda halk o ürünü alabilecek durumda olmalıdır. Devlet vergileri, enerji maliyetlerini ve üretici üzerindeki baskıyı azaltarak bu dengeyi sağlamalıdır.
Tarih bize şunu öğretiyor. Atatürk, 1923 İzmir İktisat Kongresi'nde daha Lozan imzalanmamışken bunu çok net ifade etti: "Siyasi ve askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, meydana gelen zaferler devamlı olamaz."
Ekonomi artık ideolojik bir mesele değil, varlık-yokluk meselesidir. İçinde bulunduğumuz küresel kriz ortamında ayakta kalmak istiyorsak, yeni bir ekonomik anlayışla yola devam etmek zorundayız. Çünkü güçlü olmayan bir ekonomiyle bağımsızlık sadece kâğıt üzerindedir.
Bunun da yolu Milli Ekonomi Modeli, Sosyal Devlet Milli Devlet uygulamalarıdır.
Not: Türk milletinin ve Alem-i İslam'ın Ramazan Bayramını kutluyorum.
- Asıl rakip ne İmamoğlu ne Yavaş: Hükümetin en büyük sınavı geçim krizi / 24.03.2025
- Bozduğun kantar seni de tartacak / 23.03.2025
- Adaletin zarfı ve mazrufu: İmamoğlu olayı üzerine bir toplumsal okuma / 22.03.2025
- ABD açıktan İran’ı hedef olarak gösterdi / 20.03.2025
- Dünya ateş çemberinde: Türkiye’nin stratejisi ne olmalı? / 10.03.2025
- Wilson’dan İmralı’ya: Türkiye’yi bölme planı mı devrede? / 04.03.2025
- Oruç, ilahi bir emir ve bilimsel bir şifadır / 03.03.2025
- Yeraltı zenginliklerimiz için millî mücadele zamanıdır / 23.02.2025
- Kızılderililerden Ortadoğu'ya aynı senaryo / 15.02.2025