"… Ben zekat yemeğe mi layığım ki… alıp yiyeyim? Benim memleketimde üç helal lokma vardır ki başka ülke memleketlerinde yoktur. Birisi gümüş madenleri, biri kafirlerden alınan haraç, biri de gazalardan alınan ganimet mallarıdır."
- Sultan 2. Murat-*
Kanuni Sultan Süleyman, bir gün azlettiği sadrazamı Lütfi Paşa'ya Edirne'deki çiftliğinde misafir olur. Sohbet esnasında Padişah, "Sizin sadrazamlığınızda devlet hazinelerinin hiç birisi ağzına kadar dolmadı. Şimdiki Rüstem Paşa'nın zamanında ise iç ve dış hazineler dolduğu gibi Yedikule hazinesinin de kubbesi ve kapısına kadar para yığıldı. Senin döneminde niçin bu kadar akçe toplanmadı?" diye sorar. Lütfi Paşa;
"Adalet baisi karb-i Hüda'dır.
Nitekim zulm iden Hak'dan cüdadır"
(Yani; zulmeden Allah'tan ne kadar uzaklaşırsa, adaletle memleketi idare eden de o kadar Allah'a yaklaşır) dedikten sonra,
"Şevketli Hünkarım nehirler olmazsa denizler kurur. Denizi görüp, onu dolduran nehirleri görmemek körlüktür. Hazinenin dolu veya boş olması halkın zenginliği ve fakirliği ile ilgilidir. Halk zengindir, isteneni verir der ve halktan çok akçe alırsanız bugün veren halk yarın veremez olur. Ben halkı düşünüyor, hazine kaynağını kurutmamak istiyordum...
Benim sadrazamlığım zamanında şu gördüğünüz köylerde her ailenin üç- dört çift öküzü vardı. Çok geçmedi, onbeş sene sonra bugün Rüstem Paşa zamanında dört çift öküzü olanların iki çift öküzü kaldı. Bir çift öküzü olanların çifti çubuğu bozuldu. Ekin ekemez, harman kaldıramaz oldular" diye ilave eder. (Tahsin Ünal; Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi; Nur yay. 1981, s. 81)
İslam tarihinde gerek Asr-ı saadet'te, gerek Hulefa-i Raşidin döneminde devletin Beytül Mal'ı halka dağıtmak için doldurulmuştur. Allah Resulü (s.a.v.) ve Hz. Ali (k.v.) Beytül Mal'dan herkese eşit miktarda hisse dağıtırken, Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) ise insanların konumuna göre değerlendirerek pay vermişlerdir. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, İcmal yay. s. 789) Devlet milletinin refahını sağlamak maksadıyla ekonomide söz sahibidir ve tabiatıyla "veren el" konumundadır. Zaten idarecilerin görevi ülkesinin insanına müreffeh bir hayat sunmak, onları maddi sıkıntılar yüzünden harama yeltenmekten korumaktır.
Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında hazinenin temel girdisi gazalardan elde edilen ganimet olmuş, ardından tebaadan toplanan vergiler ve gümrük vergileri gelmiştir. Fakat halk 16. yy. sonuna kadar vergilerle ezilmemiştir. Hatta Balkanlardaki genişlemeyi kolaylaştıran sebeplerden birisi de vergi adaletidir.
Değişen konjonktürle merkez devletin giderlerinin artması (örn; yeniçeri sayısının 13 binlerden 70- 80 binlere çıkması, savaşların uzun sürmesi ve masraflı olması vs.) gelirlerinin ise azalması (savaş ganimetlerinin azalması, Ümit Burnu'nun keşfiyle ticaretin Akdeniz'den okyanuslara kayması, savaş maliyetlerinin artması vs.) sonucunda kronik bütçe açıkları doğmuştur. Devlet bütçe açıklarına karşı tağşiş (paranın içindeki gümüş miktarını azaltma), vergi düzenlemeleri (iltizam, malikane, esham vs.) ile çözüm aramıştır. Ama her seferinde tağşiş enflasyona, vergi düzenlemeleri ise belli kesimleri zengin etmeye yaramıştır. Ülke genelindeki Müslüman nüfus ise ağır vergilerden muzdarip bir hayat sürmüştür.
Sonuçta devlet; darphanesiyle Ermeni ailelere, (Düzyan, Kazaz vs.) borçların finansmanıyla Yahudi Galata bankerlere teslim olmuştur. Azınlıklar 18. yy. sonlarından itibaren zenginleşirken Müslüman tebaa gün geçtikçe kan kaybetmiştir. Artık Devlet-i Âliye uzunca bir süredir "veren el" değildir.
O günden bugüne -Atatürk döneminin 1932-1938 dilimi istisna- devleti "veren el" yapan Sosyal Devlet ruhu Milli Ekonomi Modeli'yle buluşmuştur. Yüz bin liraya kadar geliri olmayandan vergi almayan ve herkese vatandaşlık maaşı bağlayan MEM, devletin asli görevinin ülke insanını ağır vergiler altında ezmek değil, vatandaşına onurlu bir yaşam sunmak olduğunu yeniden hatırlatmıştır.
Yıllardır İslami kesimin entelektüellerinin Batılı bilimleri İslamlaştırmak amacıyla meşgul olduklarını biliyor ve okuyoruz. İktisat gibi dünyaya yön veren temel bilimlerden birisini İslam ve Ehl-i Beyt geleneğinden aldığı ilhamla Müslümanlaştıran Prof. Dr. Haydar Baş nedense aynı çevrelerce yeterince anlaşılamamıştır. Avrupalı yüzlerce bilim adamı Üstadı Nobel ödülüne aday gösterirken malum çevrelerin aymazlığı ancak batılılaşma temayülleriyle izah edilebilir. Herhalde kapitalist kafalar; tüccar devlet, sömüren devlet anlayışının yerine kerim devlet ya da baba devlet mantığını kavramakta oldukça sıkıntı çekmektedirler.
Çünkü köle ruhlu zihinlere özgürlük vaat etmek zordur!
*Aşıkpaşaoğlu Tarihi, (haz.) Nihal Atsız, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1985, s. 191
- Sultan 2. Murat-*
Kanuni Sultan Süleyman, bir gün azlettiği sadrazamı Lütfi Paşa'ya Edirne'deki çiftliğinde misafir olur. Sohbet esnasında Padişah, "Sizin sadrazamlığınızda devlet hazinelerinin hiç birisi ağzına kadar dolmadı. Şimdiki Rüstem Paşa'nın zamanında ise iç ve dış hazineler dolduğu gibi Yedikule hazinesinin de kubbesi ve kapısına kadar para yığıldı. Senin döneminde niçin bu kadar akçe toplanmadı?" diye sorar. Lütfi Paşa;
"Adalet baisi karb-i Hüda'dır.
Nitekim zulm iden Hak'dan cüdadır"
(Yani; zulmeden Allah'tan ne kadar uzaklaşırsa, adaletle memleketi idare eden de o kadar Allah'a yaklaşır) dedikten sonra,
"Şevketli Hünkarım nehirler olmazsa denizler kurur. Denizi görüp, onu dolduran nehirleri görmemek körlüktür. Hazinenin dolu veya boş olması halkın zenginliği ve fakirliği ile ilgilidir. Halk zengindir, isteneni verir der ve halktan çok akçe alırsanız bugün veren halk yarın veremez olur. Ben halkı düşünüyor, hazine kaynağını kurutmamak istiyordum...
Benim sadrazamlığım zamanında şu gördüğünüz köylerde her ailenin üç- dört çift öküzü vardı. Çok geçmedi, onbeş sene sonra bugün Rüstem Paşa zamanında dört çift öküzü olanların iki çift öküzü kaldı. Bir çift öküzü olanların çifti çubuğu bozuldu. Ekin ekemez, harman kaldıramaz oldular" diye ilave eder. (Tahsin Ünal; Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi; Nur yay. 1981, s. 81)
İslam tarihinde gerek Asr-ı saadet'te, gerek Hulefa-i Raşidin döneminde devletin Beytül Mal'ı halka dağıtmak için doldurulmuştur. Allah Resulü (s.a.v.) ve Hz. Ali (k.v.) Beytül Mal'dan herkese eşit miktarda hisse dağıtırken, Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) ise insanların konumuna göre değerlendirerek pay vermişlerdir. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, İcmal yay. s. 789) Devlet milletinin refahını sağlamak maksadıyla ekonomide söz sahibidir ve tabiatıyla "veren el" konumundadır. Zaten idarecilerin görevi ülkesinin insanına müreffeh bir hayat sunmak, onları maddi sıkıntılar yüzünden harama yeltenmekten korumaktır.
Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında hazinenin temel girdisi gazalardan elde edilen ganimet olmuş, ardından tebaadan toplanan vergiler ve gümrük vergileri gelmiştir. Fakat halk 16. yy. sonuna kadar vergilerle ezilmemiştir. Hatta Balkanlardaki genişlemeyi kolaylaştıran sebeplerden birisi de vergi adaletidir.
Değişen konjonktürle merkez devletin giderlerinin artması (örn; yeniçeri sayısının 13 binlerden 70- 80 binlere çıkması, savaşların uzun sürmesi ve masraflı olması vs.) gelirlerinin ise azalması (savaş ganimetlerinin azalması, Ümit Burnu'nun keşfiyle ticaretin Akdeniz'den okyanuslara kayması, savaş maliyetlerinin artması vs.) sonucunda kronik bütçe açıkları doğmuştur. Devlet bütçe açıklarına karşı tağşiş (paranın içindeki gümüş miktarını azaltma), vergi düzenlemeleri (iltizam, malikane, esham vs.) ile çözüm aramıştır. Ama her seferinde tağşiş enflasyona, vergi düzenlemeleri ise belli kesimleri zengin etmeye yaramıştır. Ülke genelindeki Müslüman nüfus ise ağır vergilerden muzdarip bir hayat sürmüştür.
Sonuçta devlet; darphanesiyle Ermeni ailelere, (Düzyan, Kazaz vs.) borçların finansmanıyla Yahudi Galata bankerlere teslim olmuştur. Azınlıklar 18. yy. sonlarından itibaren zenginleşirken Müslüman tebaa gün geçtikçe kan kaybetmiştir. Artık Devlet-i Âliye uzunca bir süredir "veren el" değildir.
O günden bugüne -Atatürk döneminin 1932-1938 dilimi istisna- devleti "veren el" yapan Sosyal Devlet ruhu Milli Ekonomi Modeli'yle buluşmuştur. Yüz bin liraya kadar geliri olmayandan vergi almayan ve herkese vatandaşlık maaşı bağlayan MEM, devletin asli görevinin ülke insanını ağır vergiler altında ezmek değil, vatandaşına onurlu bir yaşam sunmak olduğunu yeniden hatırlatmıştır.
Yıllardır İslami kesimin entelektüellerinin Batılı bilimleri İslamlaştırmak amacıyla meşgul olduklarını biliyor ve okuyoruz. İktisat gibi dünyaya yön veren temel bilimlerden birisini İslam ve Ehl-i Beyt geleneğinden aldığı ilhamla Müslümanlaştıran Prof. Dr. Haydar Baş nedense aynı çevrelerce yeterince anlaşılamamıştır. Avrupalı yüzlerce bilim adamı Üstadı Nobel ödülüne aday gösterirken malum çevrelerin aymazlığı ancak batılılaşma temayülleriyle izah edilebilir. Herhalde kapitalist kafalar; tüccar devlet, sömüren devlet anlayışının yerine kerim devlet ya da baba devlet mantığını kavramakta oldukça sıkıntı çekmektedirler.
Çünkü köle ruhlu zihinlere özgürlük vaat etmek zordur!
*Aşıkpaşaoğlu Tarihi, (haz.) Nihal Atsız, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1985, s. 191
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Mehmet Maruf / diğer yazıları
- Akrep kıskacı / 05.12.2019
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013