Yıl 1997. Dışişleri Bakanı İsmail Cem Fransa gezisi dönüşünde AB ile ilgili olarak samimi ve yalansız düşüncelerini o zarif ve ince üslubuyla açıklıkla anlatıyordu. "Ben bugüne kadar yalan söylemedim, bakan oldum diye de söyleyecek değilim. Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda durum tamamen umutsuzdur. Komisyonun raporu ortada. Olay kapanmıştır. Böyledir diye
Türkiye'nin başka alternatif ve politikaları var. Biz zaten Avrupalıyız. AB saplantısı içinde değiliz"Evet o tarihlerde sayın Cem'in AB'nin politikalarından, Türkiye'nin önündeki gelecekle ilgili vardığı sonuç böyle. Ancak nedense yalan konuşmayı sevmeyen dışişleri bakanımız o günden bugüne görevini hakkıyla yerine getirmek için Türkiye'nin tek alternatifi olan AB'ye girişi için olağanüstü çaba harcıyor.
Şüphesiz bir bakanın tek başına politika üreteceği ve ülkenin dış politikasına yön verebileceğini söylemiyoruz. Sayın Cem de siyasi iradenin doğrultusunda koşuyor. Ancak kendi insiyatifiyle yeniden canlandırdığı Türk- Yunan dostluğu çabalarını yabana atamayız. Sanırım Cem'in dışişleri bakanı olarak yaptığı en önemli icraat bu olarak anlatılacak kendisinden sonra. İsmail Cem'in , Yunan dışişleri bakanıyla samimiyeti, Papandreu'ya adıyla 'Yorgo' diye hitap edecek kadar ileri. Bu samimiyetin Türkiye'ye nelere kazandırdığını ve ileride neler kazandıracağını varın siz hesap edin.
Uluslararası ilişkilerde bu dostluk, ahbaplık ilişkilerinin ne kadar işe yaradığını, yarayabileceğini hatırlatarak asıl konumuza dönenelim.
Sayın Cem, bakan olduğu için yalan söyleyemeyeceğini ifade ederken, (ki o zaman henüz dış işleri bakanı olmuştu) geçen hafta verdiği demeçler, taze bakanken söylediklerinden çok farklı ve hayli ilginçti. "AB'nin Türkiye'ye vermiş olduğu söz var. Eğer,idam cezası ve ana dili öğrenme ile ilgili düzenlemeleri yaparsak,Türkiye ile müzakere sürecini başlatmak için tarih vereceklerini taahhüt ettiler. Hem de birinci ağızdan bu sözü verdiler.
Bunları ya şimdi yaparız,ya da AB'yi unuturuz,bir kenara bırakırız. Şimdi hareket geçme zamanı..."
Şimdi iki tespiti yan yana ya da alt alta koyarak düşünelim. Hangisi doğru Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda durum tamamen umutsuz mudur? AB'nin tüm isteklerini yerine getirirsek AB bizi Birliğine alır mı?
Sayın bakanın dürüstlüğünden şüphemiz yok ancak bu teslimiyetçi politikalar Türkiye'ye çok yol, emek ve zaman kaybettiriyor. Her şeyden önce Türkiye'nin bütünlüğüne ciddi şekilde zarar veriyor.
AB Büyükelçisi sömürge valisi gibi memlekette fink atıyor, AB adına çeşitli sivil toplum örgütleriyle içeriğini bilemediğimiz temaslarda bulunuyor, remi, gayrıresmi kuruluşların bütün toplantılarında boy gösteriyor. Boy göstermekten de öte düzenleyici konumunda Türk insanını AB'ye giriş sürecinde motive (!) ediyor. Madam Fogg en son İstanbul'da yapılan toplantıda, gazetelerde açıkça, 'Kıbrıs Türklerini Türkiye'den ayırmalıyız.
Benim mücadelem budur." diyebiliyor. Fogg'un elektronik posta mesajlarının içeriğine ise hiç girmiyorum. Zira bunların açıklanmasını mahkemeler tarafından durduruldu.
Sayın Bakanımızın ülke bütünlüğünün zedelenmesi endişesi duyanlara da mesajları var. Cem, bazı kesimlerin "Bunları yaparsak ülke bütünlüğüne zarar gelir'' kaygısını taşıdıklarını hatırlatarak bu kaygıyı taşıyanlara dönük olarak da şunları söyledi: "Bu yapacaklarımız bölücülerin işine yarayabilir. Ama, yapacağımız düzenlemelerin küçük bölümü onların işine yarayacak diye biz yapmamız gerekenlerden vaz mı geçeceğiz ?"
İşte meselenin bam teli burada. AB'nin isteklerini yerine getirmemiz 35 bin insanımızın katillerinin işine yarasa bile vazgeçemez oluşumuz. Nedir bizi bu kadar mecbur eden? Sanırım bu 'mecburiyeti' çözersek herşey ortaya çıkacak.
Türkiye'nin AB ile ilişkilerinde bir çarpıklık söz konusu. Zira Türkiye bu görüşmelerde eşit taraf şartlarını haiz değil ve sürekli edilgen durumda.
Kısaca AB tarafından verilen ve sürekli yenileri eklenen ev ödevlerini hazırlamakla meşgul. Bu uğurda hazırlanan ulusal program (!) doğrultusunda yasalar çıkarmak için meclis ciddi mesai yapıyor. 57. Hükümet döneminde geçirilen yasama dönemleri cumhuriyet tarihinin en çok yasanın çıkarıldığı dönemler oldu.
Meclisin bu hızlı performansıyla çıkarılan yasaları ve AB'ne giriş için gelene ağam diyenlerin 'mecburiyetini'i yazmaya devam edeceğiz.
Türkiye'nin başka alternatif ve politikaları var. Biz zaten Avrupalıyız. AB saplantısı içinde değiliz"Evet o tarihlerde sayın Cem'in AB'nin politikalarından, Türkiye'nin önündeki gelecekle ilgili vardığı sonuç böyle. Ancak nedense yalan konuşmayı sevmeyen dışişleri bakanımız o günden bugüne görevini hakkıyla yerine getirmek için Türkiye'nin tek alternatifi olan AB'ye girişi için olağanüstü çaba harcıyor.
Şüphesiz bir bakanın tek başına politika üreteceği ve ülkenin dış politikasına yön verebileceğini söylemiyoruz. Sayın Cem de siyasi iradenin doğrultusunda koşuyor. Ancak kendi insiyatifiyle yeniden canlandırdığı Türk- Yunan dostluğu çabalarını yabana atamayız. Sanırım Cem'in dışişleri bakanı olarak yaptığı en önemli icraat bu olarak anlatılacak kendisinden sonra. İsmail Cem'in , Yunan dışişleri bakanıyla samimiyeti, Papandreu'ya adıyla 'Yorgo' diye hitap edecek kadar ileri. Bu samimiyetin Türkiye'ye nelere kazandırdığını ve ileride neler kazandıracağını varın siz hesap edin.
Uluslararası ilişkilerde bu dostluk, ahbaplık ilişkilerinin ne kadar işe yaradığını, yarayabileceğini hatırlatarak asıl konumuza dönenelim.
Sayın Cem, bakan olduğu için yalan söyleyemeyeceğini ifade ederken, (ki o zaman henüz dış işleri bakanı olmuştu) geçen hafta verdiği demeçler, taze bakanken söylediklerinden çok farklı ve hayli ilginçti. "AB'nin Türkiye'ye vermiş olduğu söz var. Eğer,idam cezası ve ana dili öğrenme ile ilgili düzenlemeleri yaparsak,Türkiye ile müzakere sürecini başlatmak için tarih vereceklerini taahhüt ettiler. Hem de birinci ağızdan bu sözü verdiler.
Bunları ya şimdi yaparız,ya da AB'yi unuturuz,bir kenara bırakırız. Şimdi hareket geçme zamanı..."
Şimdi iki tespiti yan yana ya da alt alta koyarak düşünelim. Hangisi doğru Türkiye'nin AB'ye üyeliği konusunda durum tamamen umutsuz mudur? AB'nin tüm isteklerini yerine getirirsek AB bizi Birliğine alır mı?
Sayın bakanın dürüstlüğünden şüphemiz yok ancak bu teslimiyetçi politikalar Türkiye'ye çok yol, emek ve zaman kaybettiriyor. Her şeyden önce Türkiye'nin bütünlüğüne ciddi şekilde zarar veriyor.
AB Büyükelçisi sömürge valisi gibi memlekette fink atıyor, AB adına çeşitli sivil toplum örgütleriyle içeriğini bilemediğimiz temaslarda bulunuyor, remi, gayrıresmi kuruluşların bütün toplantılarında boy gösteriyor. Boy göstermekten de öte düzenleyici konumunda Türk insanını AB'ye giriş sürecinde motive (!) ediyor. Madam Fogg en son İstanbul'da yapılan toplantıda, gazetelerde açıkça, 'Kıbrıs Türklerini Türkiye'den ayırmalıyız.
Benim mücadelem budur." diyebiliyor. Fogg'un elektronik posta mesajlarının içeriğine ise hiç girmiyorum. Zira bunların açıklanmasını mahkemeler tarafından durduruldu.
Sayın Bakanımızın ülke bütünlüğünün zedelenmesi endişesi duyanlara da mesajları var. Cem, bazı kesimlerin "Bunları yaparsak ülke bütünlüğüne zarar gelir'' kaygısını taşıdıklarını hatırlatarak bu kaygıyı taşıyanlara dönük olarak da şunları söyledi: "Bu yapacaklarımız bölücülerin işine yarayabilir. Ama, yapacağımız düzenlemelerin küçük bölümü onların işine yarayacak diye biz yapmamız gerekenlerden vaz mı geçeceğiz ?"
İşte meselenin bam teli burada. AB'nin isteklerini yerine getirmemiz 35 bin insanımızın katillerinin işine yarasa bile vazgeçemez oluşumuz. Nedir bizi bu kadar mecbur eden? Sanırım bu 'mecburiyeti' çözersek herşey ortaya çıkacak.
Türkiye'nin AB ile ilişkilerinde bir çarpıklık söz konusu. Zira Türkiye bu görüşmelerde eşit taraf şartlarını haiz değil ve sürekli edilgen durumda.
Kısaca AB tarafından verilen ve sürekli yenileri eklenen ev ödevlerini hazırlamakla meşgul. Bu uğurda hazırlanan ulusal program (!) doğrultusunda yasalar çıkarmak için meclis ciddi mesai yapıyor. 57. Hükümet döneminde geçirilen yasama dönemleri cumhuriyet tarihinin en çok yasanın çıkarıldığı dönemler oldu.
Meclisin bu hızlı performansıyla çıkarılan yasaları ve AB'ne giriş için gelene ağam diyenlerin 'mecburiyetini'i yazmaya devam edeceğiz.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Mustafa Çiçek / diğer yazıları
- Birlik çağrısı / 27.10.2014
- Yol ayrımı / 15.08.2014
- Ey cumhur, kimi seçmek istersin?.. / 26.07.2014
- Yazmadan önce okumayı öğrenmek / 24.07.2014
- Ya Büyük İsrail, Ya Büyük Türkiye!.. / 22.07.2014
- Özgürleşme ve İslam Dünyası / 18.07.2014
- Cumhurbaşkanı ne iş yapar? / 16.07.2014
- Ramazanın çağrıştırdıkları... / 08.07.2014
- Geleceğin inşası / 19.06.2014
- Soma faciası ve madenlerde yaşam odası zorunluluğu... / 23.05.2014
- Yol ayrımı / 15.08.2014
- Ey cumhur, kimi seçmek istersin?.. / 26.07.2014
- Yazmadan önce okumayı öğrenmek / 24.07.2014
- Ya Büyük İsrail, Ya Büyük Türkiye!.. / 22.07.2014
- Özgürleşme ve İslam Dünyası / 18.07.2014
- Cumhurbaşkanı ne iş yapar? / 16.07.2014
- Ramazanın çağrıştırdıkları... / 08.07.2014
- Geleceğin inşası / 19.06.2014
- Soma faciası ve madenlerde yaşam odası zorunluluğu... / 23.05.2014