"İlim Çin'de de olsa gidin alın" emri fermanı biz Müslümanlara ilimle, bilimle ne kadar çok uğraşmamızı, bilginin peşinden nasıl koşmamızı, onu nasıl arayıp bulmamız gerektiğinin ölçüsünü teşvik edici çok güzel bir vurguyla anlatıyor.
Ancak bu mübarek kelamı anlarken sanki biraz eksik anlıyoruz gibi.
Şöyle ki "İlim Çin'de de olsa gidin alın" sözünü uzaklık, mesafe gibi yani çok uzaklarda da olsa gidip onu arayın, bulun ve alın şeklinde anlıyoruz. Oysaki bu mübarek kelam da asıl anlatılmak istenen herhalde; doğru söz, doğru bilgi, bilim bir Budist Çinli tarafından da ortaya konsa gidin alın. Onun dinine, milliyetine, mezhebine, meşrebine takılmayınız. Bazen bir hakikati Allah (cc) kâfir, günahkâr bir kulunun eliyle de açığa çıkarır.
Ayrıca yine Resulü Ekrem; "Hikmetli söz müminin yitik malıdır onu nerde bulsa almalıdır" buyurmuyor mu?
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin, sohbetlerinin dinleyeni pek fazlaymış. Hatta bu sohbetlere civardaki gayrı Müslümlerden bazıları da katılıp istifade ederlermiş. Bir gün hazret sohbet ederken, sohbetin bir yerinde şöyle bir ifade kullanıyor;
-"Allah'ın bize verdiği nimetlerden dolayı ona şükretmeliyiz" der. Sohbeti dinleyen bir gayri Müslüm bu söze katılamayacağını ifade eder. Mevlana sebebini sorar;
Şahıs da, eğer Allah'ın bize verdikleri nimetler için sadece şükredersek o vakit biz "Nimetperest oluruz." Nimet verdiğinde şükredeceğiz, pekala vermediğinde?…
Mevlana hemen yanındaki kâtibine bu sözü hemen kayıt altına al, yaz der. Arkadaş çok doğru söylüyor, diye ekler.
Gayrimüslim olan şahıs bu duruma şaşırır ve sorar;
-Efendim der, ben Müslüman değilim ama benim sözümü doğru kabul ediyor ve kayıt altına alıyorsunuz, bu durumu ben anlayamadım, der.
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî şöyle cevap verir bu gayrimüslim şahsa:
-Benim Peygamberim buyuruyor ki, "Hikmetli söz müminin yitik malıdır onu nerede bulsa almalıdır." Bu sebeple sizin sözünüz doğru ve hikmet dolu olduğu için kayıt altına aldım der. Gayrimüslim olan bu şahıs bu güzellik karşısında Mevlana'nın mana denizine dalıyor ve Resulü Ekrem'in bu mucizevi, hikmetli sözünün hürmetine Müslüman oluyor.
Gelin görün ki sözleri ve imanıyla günümüzde bile önemini koruyan ve eserlerinden yapılan tercümeler ve hakkında yazılanlar ABD'de en çok satanlar listesinden düşmeyen, internette adına gruplar kurulan Mevlânâ'ya ilgi gün geçtikçe artmakta, türbesi dünyanın her yerinden ziyaretçi akınına uğramaktadır.
UNESCO'nun, 2007'yi "Mevlâna Yılı" ilân etmesi de bu çok değerli büyüğümüze dünya çapında gösterilen alâkanın bir göstergesidir. Ama maalesef Bu büyük Türk âlimini, Allah dostunu gençlerimize, milletimize sıradan bir sinema oyuncusu kadar dahi tanıtamıyoruz.
Oysaki Mevlana'da milletimizin Ruh kökünü mayalayacak ne hikmetler var. Bu münasebetle Mevlana'yı, Hacı Bektaş-ı Veli'yi, Ahmet Yesevi'yi, Abdulkadir Geylani'yi, Sarı Saltuk'u, Abdal Musa'yı, Pir Sultan Abdal'ı daha nicelerini bu milletin çocuklarına ilkokuldan liseye kadar ders kitaplarından okutmalı, sinemalarda, TV dizilerinde anlatmalı. Üniversitelerde adlarına kürsüler kurulmalıdır.
Yani Çin'e kadar gitmeye gerek yok, elimizdeki kıymetleri anlasak bize yeter. Ama önce taassubu bırakmamız gerekiyor. Hikmetin, bilimin, bilginin tüm insanlığın istifadesinde olduğunu, bunun Allah'ın el Âlim ismi şerifinin bir tecellisi olduğunu bileceğiz.
Mesela Hanifi mezhebinin baş mimarı olan İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri ilminin kemal noktasına erişmesini Ehl-i Beyt'in incilerinden olan İmam Cafer-i Sadık'ın rahleyi tedrisatından geçmesine borçlu olduğunu söylüyor. Bu durumunu da şu veciz ifade ile taçlandırıyor, "Son iki yılım olmasaydı Numan helak olurdu." Şimdi İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi helak olmaktan kurtaran İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin öğretilerine günümüzdeki bazı kalem erbabı, bazı akademisyenler, bazı Müslümanlar burun kıvırarak bakıyor.
-Yahu kardeşim bak bizim mezhep imamımız, İmam-ı Azam Ebu Hanife diyor ki, İmam Cafer-i Sadık olmasaydı ben helak olurdum. Buradan bizlerin de bir ders çıkarması gerekmiyor mu, ne dersiniz?
Hikmetli söz, doğru söz, ilim, hakikat arayıcısı olan bir kimsenin duruşunda, bakışında taassup olmamalı. Ehl-i Beyt kaynaklarını da birer başucu eserleri olarak görmeli ve oralardan da faydalanmalı. İlim adamı olmak bunu gerektirir. Çünkü taassup insanı körleştirir.
- Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı paşasıydı / 01.04.2025
- Bayram, şeker ve ruhsuzluk / 29.03.2025
- Akıl mı aşk mı? İnsanı insan yapan nedir? / 25.03.2025
- Akıl ve inanç: Haritasız yolculuk olur mu? / 22.03.2025
- Ehlibeyt ve Ramazan: Oruç, sadece bir açlık mıdır? / 21.03.2025
- Boğaz kanla dolu, ama geçilmez! / 18.03.2025
- Unutulan hakikat, kaybolan insanlık / 16.03.2025
- İnsanın, insan-ı kâmil olduğu ay: Ramazan / 14.03.2025
- İstiklal’in sesi: Bir milletin ruhuna kazınan marş / 12.03.2025