Ne yazık ki, memleketimizde önceleri adı sanı duyulmayan ve daha çok Frenk diyarlarının mamûlü olan ruhsal rahatsızlıklar artık bizde de var... Muhakkak ki bu durum, bizim de muasır medeniyetler seviyesine çıktığımızın apaçık alameti olsa gerek. Tıpkı genellikle Avrupa ülkelerinde görülen frengi, aids, şizofreni, depresyon, alzheimer, uyuşturucu ve alkole bağımlılıktan doğan rahatsızlıklar çok değil bundan yirmi sene önce yabancımızken, artık oranı her geçen gün yükselerek artan bir trende sahipler.
Aylar önce bir show programına konuk olan kadını tesadüfen izleme fırsatı bulmuştum. Aile içi huzursuzluklardan bunalıma giren kadın çare olarak psikoterapiste sığınmayı seçmişti. Gerek gelin-kaynana ilişkilerinden, gerek karı-koca geçimsizliğinden dolayı bunalan konuk; doktorun da yardımıyla kendisinin bu zamana kadar hep başkaları için yaşadığını tespit etmişti. Ve "birilerini memnun etmek için yaşamak" dürtüsünü yenmek amacıyla uygulanan tedavinin önce kendi kişiliğini paramparça ettiğini, sonra bölünüp parçalanan benliğini yeniden yapılandırdığını ifade ediyordu. Devamında seans süresince yaşadığı duygu fırtınasını aktarıyor, dönem dönem yakınlarına biriktirdiği kini, öfkeyi nasıl boşalttığından bahsediyordu. Onca oluşan yeni bir benlikti ve bu "ben"in kendisini sevmeyi öğrendiğini, kişisel mutluluğunun her şeyden önce geldiğini, hayatı öz varlığı için yaşamayı amaç edindiğini dinleyenlere anlatıyordu.
Böyle bir kimseyi tabii ki ruhsal bir sınıflandırmayla ele alıp hasta sıfatıyla tedaviye yeltenebiliriz. Ama meseleye bir de kendi toplumuna, kültürüne yabancılaşmış bireyin sonunda kendine yabancı kalması olarak bakabilir miyiz?
Yaşaması gereken hayatı tanımlarken çileden arınmış bir dünyayı, olmazsa olmaz dediği belirli yaşam standardını öngören insanın modern zamanlarda çaresizliğidir aslında yaşanan. Yine aynı modern dünyanın hep problem üretme becerisi insan teklerini tüketmekte, onları yalnızlaştırmaktadır. Batının geliştirdiği çözümler yan ürün olarak problem içermekte, çözümün sonucu ortaya çıkan ek problem yeni çözümleri beklemektedir. Tıpkı çocukluğumuzda söylediğimiz "Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Yandı, bitti, kül oldu" tekerlemesinde olduğu gibi, asıl çareler hep Kâf Dağı'nın ardındadır.
Günümüzde "normal insan"ı tanımlayamayan bir davranış bilimi (ruh bilimi değil) olarak psikoloji de aynı sorunun bir uzantısıdır. Dünya tarihinde maneviyatı olmayan tek medeniyet olarak Batı medeniyeti insanı bireyselleştirip tek boyutlu bir hayata mahkum ederken, gelişen sorunları psikoloji denen sihirli değnekle halletme gayesi gütmektedir.
Vahyin bağlayıcılığı ve inancın kardeşliği paydasında başkalarını memnun etmek için yaşamaktan ziyade Allah rızasını kazanmayı amaç edinen, bunun yolunun ise insanın gönlünü kazanmaktan geçtiğini bilen tasavvufun öngördüğü mümin modeli ile "ben seni anlıyorum ve sana yardımcı olamasam da yanındayım" avuntusunu içselleştiren psikolojinin riyakâr ve dirençsiz insanı elbette ki Doğu ile Batı kadar farklılık taşır. Geçmişteki "Osmanlı Kadını" kimliğine bakarsak durum daha da netlik kazanır. Evinde her ne kadar aile reisi sıfatıyla beyi gözükse de, sosyal ilişkileri düzenleyen, mali konuları kanaatiyle çözüme kavuşturan, aile içi hiyerarşide tam bir "yumuşak yastık" vazifesi görerek her bir ferdi onore eden Osmanlı Kadını, imparatorluk ruhunun adeta evdeki aynasıdır.
Modeller ve çözümler bu kadar aşikâr iken kendimize Batının tuttuğu aynadan kimlik aramak oldukça inciticidir. Unutmayalım ki çâre köklerdedir.
Aylar önce bir show programına konuk olan kadını tesadüfen izleme fırsatı bulmuştum. Aile içi huzursuzluklardan bunalıma giren kadın çare olarak psikoterapiste sığınmayı seçmişti. Gerek gelin-kaynana ilişkilerinden, gerek karı-koca geçimsizliğinden dolayı bunalan konuk; doktorun da yardımıyla kendisinin bu zamana kadar hep başkaları için yaşadığını tespit etmişti. Ve "birilerini memnun etmek için yaşamak" dürtüsünü yenmek amacıyla uygulanan tedavinin önce kendi kişiliğini paramparça ettiğini, sonra bölünüp parçalanan benliğini yeniden yapılandırdığını ifade ediyordu. Devamında seans süresince yaşadığı duygu fırtınasını aktarıyor, dönem dönem yakınlarına biriktirdiği kini, öfkeyi nasıl boşalttığından bahsediyordu. Onca oluşan yeni bir benlikti ve bu "ben"in kendisini sevmeyi öğrendiğini, kişisel mutluluğunun her şeyden önce geldiğini, hayatı öz varlığı için yaşamayı amaç edindiğini dinleyenlere anlatıyordu.
Böyle bir kimseyi tabii ki ruhsal bir sınıflandırmayla ele alıp hasta sıfatıyla tedaviye yeltenebiliriz. Ama meseleye bir de kendi toplumuna, kültürüne yabancılaşmış bireyin sonunda kendine yabancı kalması olarak bakabilir miyiz?
Yaşaması gereken hayatı tanımlarken çileden arınmış bir dünyayı, olmazsa olmaz dediği belirli yaşam standardını öngören insanın modern zamanlarda çaresizliğidir aslında yaşanan. Yine aynı modern dünyanın hep problem üretme becerisi insan teklerini tüketmekte, onları yalnızlaştırmaktadır. Batının geliştirdiği çözümler yan ürün olarak problem içermekte, çözümün sonucu ortaya çıkan ek problem yeni çözümleri beklemektedir. Tıpkı çocukluğumuzda söylediğimiz "Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Yandı, bitti, kül oldu" tekerlemesinde olduğu gibi, asıl çareler hep Kâf Dağı'nın ardındadır.
Günümüzde "normal insan"ı tanımlayamayan bir davranış bilimi (ruh bilimi değil) olarak psikoloji de aynı sorunun bir uzantısıdır. Dünya tarihinde maneviyatı olmayan tek medeniyet olarak Batı medeniyeti insanı bireyselleştirip tek boyutlu bir hayata mahkum ederken, gelişen sorunları psikoloji denen sihirli değnekle halletme gayesi gütmektedir.
Vahyin bağlayıcılığı ve inancın kardeşliği paydasında başkalarını memnun etmek için yaşamaktan ziyade Allah rızasını kazanmayı amaç edinen, bunun yolunun ise insanın gönlünü kazanmaktan geçtiğini bilen tasavvufun öngördüğü mümin modeli ile "ben seni anlıyorum ve sana yardımcı olamasam da yanındayım" avuntusunu içselleştiren psikolojinin riyakâr ve dirençsiz insanı elbette ki Doğu ile Batı kadar farklılık taşır. Geçmişteki "Osmanlı Kadını" kimliğine bakarsak durum daha da netlik kazanır. Evinde her ne kadar aile reisi sıfatıyla beyi gözükse de, sosyal ilişkileri düzenleyen, mali konuları kanaatiyle çözüme kavuşturan, aile içi hiyerarşide tam bir "yumuşak yastık" vazifesi görerek her bir ferdi onore eden Osmanlı Kadını, imparatorluk ruhunun adeta evdeki aynasıdır.
Modeller ve çözümler bu kadar aşikâr iken kendimize Batının tuttuğu aynadan kimlik aramak oldukça inciticidir. Unutmayalım ki çâre köklerdedir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Mehmet Maruf / diğer yazıları
- Akrep kıskacı / 05.12.2019
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013