"İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen, kendini bilmezsen ya bu nice okumaktır."
Ne güzel buyurmuş bizim Yunus. Bu mübarek dizeleri aklı ile sürekli mesai yapanların anlaması çok zor. Zaten Yunus Emre Hazretleri de onlara hitaben bu sözleri söylüyor. Bu insan-ı kâmillerin tuttukları projeksiyonlardan anlıyoruz ki, bu ifadeleri ancak kalbi ile mesai yapanlar anlar. Aklını, kalbini, Hakk'ın tecellilerine teslim eden hikmet ehli murat edileni tam bir isabetle kavrayabilir.
Hikmet ehlinden okuyor ve yine öğreniyoruz ki;
Hikmetin ilk şartı düşünmedir. Bu da temiz bir kalp ve temiz bir akıl ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvani arzuların peşinde kullananlar, ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları ne de dış dünyadaki olup biten ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar.
Hikmetsiz tefekkürün manası ve faydası yoktur. Tefekkür, zaten insan zihnini ister istemez varlığın hikmetini kavramaya götürür. Yani kısaca, tefekkür hikmete, hikmet de insanı düşünce, söz ve amelinde isabetli kararlar verip uygulamaya taşır.
Bu nedenle kalbi devre dışı bırakarak sadece aklı ön planda tutanlar, aklı İslam'ın hikmeti ile, tefekkürü ile at başı koşturan, barıştıran insanı kâmilleri ve arifleri anlaması çok zordur.
Şunu hemen ifade edelim ki, Batı'da felsefe var, buna bağlı olarak akıl, mantık, düşünme, zekâ da var. Ancak Batı'da tevhitten beslenen bir gönül ve irfan yok.
Ehl-i Beyt'in yolunu takip eden Doğu'da ise tefekkür var, gönül var, bunların yansıra akıl da var. Ancak aklı ve arkadaşlarını yani mantığı, düşünmeyi, zekâyı çok ötelere taşıyan bir de kalp ve onları besleyen, aydınlatan ilham var. Şimdi aklını, zekâsını Kur'an'ın, Resulü Ekrem'in ve Ehl-i Beyt'in yoluna teslim etmeyen salt akılla kim neyi anlayabilir veya anladığı ile diğer insanlara ne verebilir. Şairin dediği gibi;
"Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet duygusu insanlarda Allah korkusundandır."
Batılın, Allah'tan korkmayan, ateş medeniyetinin mensubu olan iblisane zekâya sahip insanları ve kurgulayıcıları var. Bunların her zaman ve her devirde hedeflerinde toprak medeniyetini temsil eden, tevhit inancı ve bu inancın mensupları vardır.
Batılın bu üst akılları doğuyu ayağa kaldıracak gönül ehli iradeleri anlayamaz, anlasa da küfrün karakteri gereği, gerçeği örter hakikati perdeler, yok sayar.
Bu batıl akıl sahipleri hiç bir şey yapamazsa da tevhidin, İslam'ın hizmetkârı olan Yunus Emre gibi zevatı kiramı kendi argümanlarıyla sunarak melezleştirme yoluna gider. O vakit bir bakarız, insan-ı kâmil olan, hak aşığı, Ehl-i Beyt sevdalısı olan bizim Yunus Emre kimine göre ozan, kimine göre de hümanist olmuş.
Batılın bu enfeksiyonlu kafaları, İslam âleminin Alperenlerini, Horasan Erenlerini Kur'an'ın, İslam'ın dışında bir anlayışa taşımaya çalışırlar. Zaten bugün Müslümanların çektiği bütün sıkıntıların temelinde İslam'ı asıl kaynaklarından öğrenmek yerine, Batı'nın kontrol ettiği, melezleştirdiği kaynaklardan öğrenmemiz asıl sebep değil midir?
Bu melezleştirilmiş ve enfeksiyonlu din anlayışları, Müslümanlar arasında bir birliğin olmaması için pek çok tefrika ve suni ihtilaflar çıkararak Müslümanları kırk parçaya ayırdılar.
Bunların temel gayesi tevhidin merkezinin Ehl-i Beyt olduğu gerçeğinden Müslümanları uzaklaştırmaktı.
Yunus'un yukarıdaki hikmet pınarından süzülerek bize sorduğu soruyu dikkate almamız gerekiyor. Sözün sahibi ne soruyor; "Sen kendini bilmezsen, ya bu nice okumaktır?" Devamında Yunus Emre'den bu sorusunun cevabını kendisinin vermesini isteseydik, her halde bize şöyle bir cevap verirdi;
Sizlere yol gösteren bir Kitap var, Resulü Ekrem ve Ehl-i Beyt'i var, onların izinden giden bu kadar alperenler var, onların eserleri var. Bunları okuyorsunuz. Bunca imkânla ilim tahsil ediyorsunuz ancak gel gör ki, sonuçta ipi kopmuş bir tespihin daneleri gibi darmadağınsınız. Bu da Müslümanların bu ilimlerden çok da bir şey alamadığını gösteriyor. Çünkü; alsaydınız, batının hormonlu, melezleştirilmiş, enfeksiyonlu akıl ve medeniyet anlayışının içinde debelenip, nesilleriniz onlara hayranlık duymazdı. İslam'a ve Müslümanlara yaptıklarından dolayı Batı'ya her türlü tenkidi yapıyorsunuz. Ancak Müslümanlar yaşadığı coğrafyalarda ekonomik veya sosyal sebeplerle yurdunu terk etmek zorunda kaldığında daha çok kaçak olarak soluğu batılı Hıristiyan ülkelerde alıyor. Bu kaçışların sonucunda dünyanın en büyük Müslüman kabristanı herhalde Akdeniz'in sularıdır. Bu nasıl bir zillet.
Bu nasıl bir tenakuz, diye bize gadaplanarak, Yunus Emre Hazretleri kendi sorusunu cevaplardı her halde.
Düşünelim! Bu halimizin sebeplerini temiz bir kalp ve temiz bir akıl ile düşünelim. Allah'ın verdiği aklı şehvani arzuların esiri kılmadan düşünelim. Hamaset yapmadan aklıselim ile düşünelim. Bize kendimizi tanıtan, düştüğümüz zaman nelere sarılarak ayağa kalkacağımızı öğreten, hayatlarıyla, eserleriyle bizlere çıkışı gösteren, bu ariflerimizin, kılavuzlarımızın yol göstericilikleriyle düşünelim, tefekkür edelim. Bu düşünmeyi ne vakit içselleştirerek yapabilirsek, onlar gibi olmaya çalışırsak dünyamızı da ahiretimizi de mamur ederiz. Kendimizi tanırız, kendimizi biliriz, gelecek nesillerimizi de kurtarırız. Yoksa; "Sen kendini bilmezsen, ya bu nice okumaktır?" sorusuna daha çook muhatap oluruz!
- Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı paşasıydı / 01.04.2025
- Bayram, şeker ve ruhsuzluk / 29.03.2025
- Akıl mı aşk mı? İnsanı insan yapan nedir? / 25.03.2025
- Akıl ve inanç: Haritasız yolculuk olur mu? / 22.03.2025
- Ehlibeyt ve Ramazan: Oruç, sadece bir açlık mıdır? / 21.03.2025
- Boğaz kanla dolu, ama geçilmez! / 18.03.2025
- Unutulan hakikat, kaybolan insanlık / 16.03.2025
- İnsanın, insan-ı kâmil olduğu ay: Ramazan / 14.03.2025
- İstiklal’in sesi: Bir milletin ruhuna kazınan marş / 12.03.2025