Batılılar, devletleri “tüccar devlet” ve “savaşçı devlet” diye ikiye ayırıyorlar. Bu ayırım, kaynakların kullanımına bakılarak yapılıyor. Bir devlet, savunma harcamalarını düşük tutuyor ve kaynaklarının çoğunu ticari alanlara kaydırıyorsa, o devlete “tüccar devlet”, aksini yapanlara da “savaşçı devlet” diyorlar. Bu ayırım genel bir ayırım olamaz. Çünkü dünya devletlerinin çoğunluğu söz konusu ayırımın dışındadır. O devletler, kısa vadeli askeri güvenlik ile uzun vadeli ekonomik çıkar arasında bir denge kurmaya çalışırlar. Esasen, birini diğerine tercih etmek, yanlıştır, güç kaybıdır. “İkisini bir arada tutmak, dengelemek mümkün mü?” diye sorulabilir. Evet, bu çok zordur, ama devletler için mühim olan zoru başarmaktır.
Milletlerin tarihi, coğrafyası, kültür ve medeniyeti, devlete bakışını farklı kılar. Bu sebepten, bazı devletler gerçekten ticareti öne çıkararak, tüccar gibi davranabilir. Buna, Asya’da Hong-Kong, Avrupa’da İsviçre ve İsveç örnek gösterilebilir. Ülkemizde, Merhum Turgut Özal’ın başlattığı liberalleşme ve özelleştirme kampanyasıyla birlikte, tüccar devlet anlayışı da gündeme oturdu. Merhum Turgut Özal, bu anlayışı gururla savunuyordu. Onun döneminde İstanbul limanında bir gemiye ihraç edilmek üzere pirinç yüklenirken, diğer bir gemiden ithal edilmiş pirinç tahliye ediliyordu. O güne kadar, böyle bir olaya şahit olmayan gazeteciler, bunu haberleştirdiler ve alaya aldılar. Muhalefet lideri Süleyman Demirel de yaşanan olayı şöyle eleştirmişti: “Lâzımsa, niçin ihraç ediyoruz? Lâzım değilse, niçin ithal ediyoruz?” Merhum Turgut Özal, bu eleştirilere, büyük bir iftiharla şöyle cevap vermişti: “Biz ticaret yapıyoruz, ihraç ederken de kâr ediyoruz, ithal ederken de.” AKP iktidarı da, bu anlayışı tercih ettiği için övünüyor. Topraklarımızı ve madenlerimizi yabancılara satmayı, tüccar devlet anlayışının gereği kabul ediyor ve başarı hanesine yazıyor. Nasıl başarıysa…
İlk önce şu gerçeğin altını çizelim. Devletler, tüccarlar gibi kâr ve zarar hesabı yapmazlar. Daha doğrusu, devletlerin kârı ile tüccarların kârı aynı olamaz. Devletin kârı, güvenliğini koruması, geleceğini teminat altına alması, halkını refah ve huzur içerisinde yaşatmasıdır. O bakımdan devletler, tüccar gibi hareket edemezler, ederlerse, devlet olmaktan çıkar, şirkete dönüşürler. Dahası, tüccar devlet diye örnek gösterilen devletler, Türkiye’ye asla örnek olamazlar. Türkiye’nin o devletleri örnek alması, yok olmasıyla eşanlamlıdır. Zira o devletler, tehdit algılaması olmayan uydu devletlerdir, gerçekten devlet olup olmadıkları da tartışmalıdır.
Tüccar gibi davranan devletlerin, “Muz Cumhuriyeti”ne dönüşmesi kaçınılmaz olur. Bilindiği üzere, ABD’nin bir muz şirketi, Guatemala’yı kontrolüne aldığı ve her istediğini ona yaptırdığı için, Guatemala’ya “Muz Cumhuriyeti” adı verilmişti. Daha sonra bu deyim, adaletsiz, istikrarsız, dışa bağımlı, devlet gibi hareket edemeyen devletleri, tanımlamak için kullanılan bir deyim oldu.
Devlet geleneğimize baktığımız zaman, tüccar devlet ve savaşçı devlet diye bir ayırım ve tanımlamayı görmüyoruz. Türk devlet geleneğinde “Kerim Devlet-Baba Devlet” kavramları kullanılmıştır. Bu devlet anlayışından uzaklaşmak ve Batılıların devlet anlayışları arasında tercih yapmak, temel sorunlarımızın kaynağını oluşturmaktadır. “Devlete getirilen tarif ve yorum, bir bütün olarak sosyal olaylara, ekonomiye, hukuka, idareye, siyasete, topyekûn insana ve onunla alâkalı olan olgular bakış açısını ortaya koymaktadır.” (Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş, Sosyal Devlet-Milli Devlet, s.21). Demek ki, devletin tanımındaki yanlışlık, temel bir yanlışlıktır, birçok yanlışı da beraberinde getirmektedir. Kendi devlet anlayışımıza dönersek, sorunlarımızın çoğu kendiliğinden çözülür. Bir başka deyişle, sorun diye gördüğümüz şeylerin, sorun olmadığı ortaya çıkar. Batılıların kültür ve medeniyetlerinin ürünü olan devlet tanımlarıyla devletimizi tanımlamaya ve şekillendirmeye devam edersek, korkarız, ortada tanımlanacak bir devletimiz kalmaz.
Milletlerin tarihi, coğrafyası, kültür ve medeniyeti, devlete bakışını farklı kılar. Bu sebepten, bazı devletler gerçekten ticareti öne çıkararak, tüccar gibi davranabilir. Buna, Asya’da Hong-Kong, Avrupa’da İsviçre ve İsveç örnek gösterilebilir. Ülkemizde, Merhum Turgut Özal’ın başlattığı liberalleşme ve özelleştirme kampanyasıyla birlikte, tüccar devlet anlayışı da gündeme oturdu. Merhum Turgut Özal, bu anlayışı gururla savunuyordu. Onun döneminde İstanbul limanında bir gemiye ihraç edilmek üzere pirinç yüklenirken, diğer bir gemiden ithal edilmiş pirinç tahliye ediliyordu. O güne kadar, böyle bir olaya şahit olmayan gazeteciler, bunu haberleştirdiler ve alaya aldılar. Muhalefet lideri Süleyman Demirel de yaşanan olayı şöyle eleştirmişti: “Lâzımsa, niçin ihraç ediyoruz? Lâzım değilse, niçin ithal ediyoruz?” Merhum Turgut Özal, bu eleştirilere, büyük bir iftiharla şöyle cevap vermişti: “Biz ticaret yapıyoruz, ihraç ederken de kâr ediyoruz, ithal ederken de.” AKP iktidarı da, bu anlayışı tercih ettiği için övünüyor. Topraklarımızı ve madenlerimizi yabancılara satmayı, tüccar devlet anlayışının gereği kabul ediyor ve başarı hanesine yazıyor. Nasıl başarıysa…
İlk önce şu gerçeğin altını çizelim. Devletler, tüccarlar gibi kâr ve zarar hesabı yapmazlar. Daha doğrusu, devletlerin kârı ile tüccarların kârı aynı olamaz. Devletin kârı, güvenliğini koruması, geleceğini teminat altına alması, halkını refah ve huzur içerisinde yaşatmasıdır. O bakımdan devletler, tüccar gibi hareket edemezler, ederlerse, devlet olmaktan çıkar, şirkete dönüşürler. Dahası, tüccar devlet diye örnek gösterilen devletler, Türkiye’ye asla örnek olamazlar. Türkiye’nin o devletleri örnek alması, yok olmasıyla eşanlamlıdır. Zira o devletler, tehdit algılaması olmayan uydu devletlerdir, gerçekten devlet olup olmadıkları da tartışmalıdır.
Tüccar gibi davranan devletlerin, “Muz Cumhuriyeti”ne dönüşmesi kaçınılmaz olur. Bilindiği üzere, ABD’nin bir muz şirketi, Guatemala’yı kontrolüne aldığı ve her istediğini ona yaptırdığı için, Guatemala’ya “Muz Cumhuriyeti” adı verilmişti. Daha sonra bu deyim, adaletsiz, istikrarsız, dışa bağımlı, devlet gibi hareket edemeyen devletleri, tanımlamak için kullanılan bir deyim oldu.
Devlet geleneğimize baktığımız zaman, tüccar devlet ve savaşçı devlet diye bir ayırım ve tanımlamayı görmüyoruz. Türk devlet geleneğinde “Kerim Devlet-Baba Devlet” kavramları kullanılmıştır. Bu devlet anlayışından uzaklaşmak ve Batılıların devlet anlayışları arasında tercih yapmak, temel sorunlarımızın kaynağını oluşturmaktadır. “Devlete getirilen tarif ve yorum, bir bütün olarak sosyal olaylara, ekonomiye, hukuka, idareye, siyasete, topyekûn insana ve onunla alâkalı olan olgular bakış açısını ortaya koymaktadır.” (Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş, Sosyal Devlet-Milli Devlet, s.21). Demek ki, devletin tanımındaki yanlışlık, temel bir yanlışlıktır, birçok yanlışı da beraberinde getirmektedir. Kendi devlet anlayışımıza dönersek, sorunlarımızın çoğu kendiliğinden çözülür. Bir başka deyişle, sorun diye gördüğümüz şeylerin, sorun olmadığı ortaya çıkar. Batılıların kültür ve medeniyetlerinin ürünü olan devlet tanımlarıyla devletimizi tanımlamaya ve şekillendirmeye devam edersek, korkarız, ortada tanımlanacak bir devletimiz kalmaz.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018