Taciz, tecavüz doğru şiddetini arttırarak devam ediyor. AKP iktidarı gözünü iyiden iyiye (nasıl iyiyse) kararttı. Bir gazetenin manşetten verdiği hablerin başlığı: “Deniz Feneri Savcılarına Ağır Hapis istendi. Oha!”
Yasama dokunulmazlığını, anayasada yer almasına rağmen, tam anlayamamışken, başka dokunulmazlıklar da sökün etmeye başladı...
Bunlardan biri de “Deniz Feneri” davası. Almanya’da “yüzyılın yolsuzluk hareketi” olarak bilinen mâlum davanın Türkiye bağlantılarını soruşturan savcılar, bu görevlerinden alındığı yetmezmiş gibi, bir de haklarında hazırlanan iddianamede 11 yıla kadar hapis cezası ve kamu görevlerinden ihraçları isteniyor. Nedeni ortada; davanın ucu iktidardaki AKP’ye dokunuyor. Görevlerinden alınan savcılar ne mi, yapmış? Tabii ki görevlerini. Ancak, görevlerinin gereği başlattıkları operasyonlar sonucu, aralarında RTÜK eski Başkanı Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın bulunduğu 9 kişi tutuklanınca ve de “ihale yolsuzluğu nedeniyle” soruşturma İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de dokununca iktidarın sabrı taştı, sen misin dokunan? Görevlerini yapan savcılar için eğer mümkün olabilseydi, idam cezası bile az görülebilirdi. Nasıl bir bilenmişlik bu? Kan davasına rahmet okutan nasıl bir kin nasıl bir hınç bu?
Hatırlardadır, bağlı olduğu Bakan Bülent Arınç’a bile diklenen Zahid Akman: “Benim arkamda Başbakan var” diyebilmişti. Kanal 7’nin arkasında da kimin olduğu belli. Bu zât–ı muhteremler hiç tutuklanabilir miydi? Soruşturmayı hukukçular yürüttüğü için tutukladılar. Yerlerine gelenler de bıraktılar...
Tutuklayanlar da hukukçuydu, tahliye edenler de.
Hukuk elektrik akımı gibidir; doğru kullanılırsa yarar sağlar, yanlış kullanıldığında ise, adamı çarpar.
Siyasal iktidarlar hukuku yok ettiklerinden ya da yok saydıklarında demokrasinin, uygarlığın çok uzağına düşüleceği kaçınılmaz sondur.
İşte bu kertede hukukçuların önemi ve değeri ortaya çıkar.
Hukuk diploması almak “hukuk adamı kişiliğinde” hukukçu olmaya yetmez. Hukukun guguklaştığı, yerle bir olduğu ortamda hukukçu olmak için kişilik gereklidir, mücadele gücü gereklidir. Hukukun çiğnendiği bir toplumda hukukçu silik ve pasif kalamaz, hele hele siyasal iktidarın rüzgârı karşısında eğilip bükülemez.
Ünlü düşünür Montesquieu, yaşadığı yüzyılın İngiltere, İtalya, Avusturya ve Hollanda’sındaki siyasal rejimleri inceledikten sonra 20 yılda hazırladığı, 31 kitaptan oluşan ve 1748 yılında yayımlanan “Yasaların Ruhu” adlı eserinde şunları söylüyordu: “Kötülüklerin kaynağı siyasal iktidarların keyfi yönetimleridir. Bu yönetimler, siyasal hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaktadır. Bu hak ve özgürlükleri korumak için geçerli ve etkin bir yöntem bulmak gerekir. Devlet işlerinde güçlerin ayrılması bize, bu yöntemi sağlayabilir... İktidar güçlerinin (yasama – yürütme – yargı) tek kişi ya da organda toplanması büyük sakıncalar doğurmaktadır. Bu tür yönetimlerde iktidar kötüye kullanılabilmektedir. Bunu önlemenin yolu, iktidarın iktidarı durdurmasıdır. Bu nedenle iktidarı bir güç ve yetki olarak parçalara bölünüz... Bölünen bu güçlerin her birini bir organa veriniz... Organlar bağımsız olarak bu güçleri kullansınlar. Bu organlar arasında bir denge kurunuz. Böylece güç gücü durduracak, güçler arasında dengeli bir düzen sağlanmış olacak ve bu yolla kişinin doğal hak ve özgürlükleri güvence altına alınmış olacaktır”.
Günümüz kamu hukuku bu ilkeye (kuvvetler ayrılığı) önemli bir yer vermiştir. 1961 Anayasası ile benimsediğimiz bu ilke 1982 Anayasa’sında da yer almıştır. Devlet gücünün sınırlandırılması, hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlamak için mahkemelerin (yargının) bağımsızlığı zorunlu şarttır.
Yasama dokunulmazlığını, anayasada yer almasına rağmen, tam anlayamamışken, başka dokunulmazlıklar da sökün etmeye başladı...
Bunlardan biri de “Deniz Feneri” davası. Almanya’da “yüzyılın yolsuzluk hareketi” olarak bilinen mâlum davanın Türkiye bağlantılarını soruşturan savcılar, bu görevlerinden alındığı yetmezmiş gibi, bir de haklarında hazırlanan iddianamede 11 yıla kadar hapis cezası ve kamu görevlerinden ihraçları isteniyor. Nedeni ortada; davanın ucu iktidardaki AKP’ye dokunuyor. Görevlerinden alınan savcılar ne mi, yapmış? Tabii ki görevlerini. Ancak, görevlerinin gereği başlattıkları operasyonlar sonucu, aralarında RTÜK eski Başkanı Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın bulunduğu 9 kişi tutuklanınca ve de “ihale yolsuzluğu nedeniyle” soruşturma İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de dokununca iktidarın sabrı taştı, sen misin dokunan? Görevlerini yapan savcılar için eğer mümkün olabilseydi, idam cezası bile az görülebilirdi. Nasıl bir bilenmişlik bu? Kan davasına rahmet okutan nasıl bir kin nasıl bir hınç bu?
Hatırlardadır, bağlı olduğu Bakan Bülent Arınç’a bile diklenen Zahid Akman: “Benim arkamda Başbakan var” diyebilmişti. Kanal 7’nin arkasında da kimin olduğu belli. Bu zât–ı muhteremler hiç tutuklanabilir miydi? Soruşturmayı hukukçular yürüttüğü için tutukladılar. Yerlerine gelenler de bıraktılar...
Tutuklayanlar da hukukçuydu, tahliye edenler de.
Hukuk elektrik akımı gibidir; doğru kullanılırsa yarar sağlar, yanlış kullanıldığında ise, adamı çarpar.
Siyasal iktidarlar hukuku yok ettiklerinden ya da yok saydıklarında demokrasinin, uygarlığın çok uzağına düşüleceği kaçınılmaz sondur.
İşte bu kertede hukukçuların önemi ve değeri ortaya çıkar.
Hukuk diploması almak “hukuk adamı kişiliğinde” hukukçu olmaya yetmez. Hukukun guguklaştığı, yerle bir olduğu ortamda hukukçu olmak için kişilik gereklidir, mücadele gücü gereklidir. Hukukun çiğnendiği bir toplumda hukukçu silik ve pasif kalamaz, hele hele siyasal iktidarın rüzgârı karşısında eğilip bükülemez.
Ünlü düşünür Montesquieu, yaşadığı yüzyılın İngiltere, İtalya, Avusturya ve Hollanda’sındaki siyasal rejimleri inceledikten sonra 20 yılda hazırladığı, 31 kitaptan oluşan ve 1748 yılında yayımlanan “Yasaların Ruhu” adlı eserinde şunları söylüyordu: “Kötülüklerin kaynağı siyasal iktidarların keyfi yönetimleridir. Bu yönetimler, siyasal hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaktadır. Bu hak ve özgürlükleri korumak için geçerli ve etkin bir yöntem bulmak gerekir. Devlet işlerinde güçlerin ayrılması bize, bu yöntemi sağlayabilir... İktidar güçlerinin (yasama – yürütme – yargı) tek kişi ya da organda toplanması büyük sakıncalar doğurmaktadır. Bu tür yönetimlerde iktidar kötüye kullanılabilmektedir. Bunu önlemenin yolu, iktidarın iktidarı durdurmasıdır. Bu nedenle iktidarı bir güç ve yetki olarak parçalara bölünüz... Bölünen bu güçlerin her birini bir organa veriniz... Organlar bağımsız olarak bu güçleri kullansınlar. Bu organlar arasında bir denge kurunuz. Böylece güç gücü durduracak, güçler arasında dengeli bir düzen sağlanmış olacak ve bu yolla kişinin doğal hak ve özgürlükleri güvence altına alınmış olacaktır”.
Günümüz kamu hukuku bu ilkeye (kuvvetler ayrılığı) önemli bir yer vermiştir. 1961 Anayasası ile benimsediğimiz bu ilke 1982 Anayasa’sında da yer almıştır. Devlet gücünün sınırlandırılması, hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlamak için mahkemelerin (yargının) bağımsızlığı zorunlu şarttır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Prof. Dr. Ali Ünal Emiroğlu / diğer yazıları
- Terör / 01.02.2024
- Yerel yönetim / 25.01.2024
- Muhalefet / milli irade / 22.01.2024
- Anayasa Mahkemesi yoksa… / 18.01.2024
- Soykırım davası / 15.01.2024
- Sosyal devlet için / 11.01.2024
- Hukuk devletine başkaldırı / 25.12.2023
- Güç dengesi / 21.12.2023
- Yerel seçime giderken / 14.12.2023
- İnsanlığın anayasası / 11.12.2023
- Yerel yönetim / 25.01.2024
- Muhalefet / milli irade / 22.01.2024
- Anayasa Mahkemesi yoksa… / 18.01.2024
- Soykırım davası / 15.01.2024
- Sosyal devlet için / 11.01.2024
- Hukuk devletine başkaldırı / 25.12.2023
- Güç dengesi / 21.12.2023
- Yerel seçime giderken / 14.12.2023
- İnsanlığın anayasası / 11.12.2023