Dokunulmaz, sorgulanmaz ve yargılanmaz, kelime ve kavramlarının başında demokrasi geliyordu. Daha da ötesi demokrasi, adeta sihirli bir kelime olup çıkmıştı. Her derdin devası, her sorunun çözümü olarak gösterilen demokrasinin, bu sihri bozuldu. Öyle ki, artık Batılılar bile ona dil uzatmaya başladılar.
Meselâ Samuel P.Huntington, "Barış Tohumu" adlı kitabında, "demokrasinin geçersiz bir fikir olduğunu ve bir kenara atılması gerektiğini" söylüyor. "Demokrasinin Krizi" adlı kitabında da, "demokrasinin gelişmesinde talep limitlerinin olduğunu" savunuyor.
Ama gel gör ki, ülkemizde birileri hâlâ geri ve ileri demokrasiden ve demokrasiyi sürekli ileriye götürmekten söz ediyor. Demokrasiyi nasıl, nereye kadar götüreceklerini ise, ne kendileri, ne de başkaları biliyor. Lâf olsun, torba dolsun misali, bir demokrasi nakaratı tutturmuş gidiyorlar.
Batılılar, kendi ülkelerinde sorgulamaya başladıkları demokrasiyi, İslâm toplumlarına cankurtaran simidi gibi sunuyorlar. Örnek olarak Yahudi asıllı Bernard Lewis'in, "Lewis Doktrini"ni gösterebiliriz. O doktrine göre, İslâm ülkelerinin sıkıntılarının kökeninde demokrasinin olmaması yatmaktadır. Bernard Lewis, "ABD'nin askeri saldırı yaparak İslâm ülkelere demokrasi getirmesini" öneriyor.
İlk demokrasi getirme denemesi Afganistan ve Irak'ta yapıldı. Peki, sonuç ne oldu? Sonuç, milyonlarca insan çoluk çocuk, yaşlı, kadın demeden öldürüldü. Milyonlarca insan da yerinden yurdundan koparılarak, mülteci duruma düşürüldü.
Batılıların evrensel değer olarak pazarladıkları demokrasinin, İslâm toplumlarına kan ve gözyaşından başka bir şey getirmediği kısa zamanda anlaşıldı. Gerçekten amaç demokrasi olsa bile, onu getirmenin yöntemi bu mu olmalıydı? İnsanlar için olan bir sistemi, insanları öldürerek getirmek, akıl, mantık ve insanlıkla bağdaşır mı?
Maalesef ABD ve müttefiklerinin "Lewis Doktrini" ile Müslümanlara reva gördükleri muamele budur, yani ölüm, sürgün ve köleleşmektir. Peter Waldman, "Bernard Lewis, ABD'nin dış politikasında elli yıl içinde en cesur değişimi sağladı" diyerek, ona övgüler diziyor. Anlaşılan o ki, askeri saldırıyla İslam toplumlarına demokrasi getirme (!) politikası, Batı dünyasında takdirle karşılanmaktadır.
Ne yazık ki, Türkiye başta olmak üzere, birçok İslâm ülkesi, Batılıların bu demokrasi yalanına aldanmış ve BOP'a destek vermiştir. Malumdur ki BOP, İslâm dünyasını demokratikleştirme projesi olarak ilân edilmişti.
AKP hükümeti de, o demokratikleşme kervana katıldı, demokrasiyi daha ileriye götürmek maksadıyla peş peşe demokrasi paketlerini devreye soktu. Şimdi de yeni demokratik reformlar ve anayasa gündemde.
Daha işin başında olan AKP hükümetine, şunu hatırlatmak isteriz: Limitsiz demokrasi ile anayasa her zaman uyum içerisinde çalışmaz. Bu konuyla ilgili olarak James M. Buchanan şöyle der: "Yeterli anayasal şartlar altına alınmamış demokratik yönetim, kendi sorunlarını doğurur."
Ülkemizde bazıları demokrasiden sadece çoğunluğun kararını anlamaktadır. Bu, yanlış bir yaklaşımdır. Demokrasilerde çoğunluğun kararı elbette önemlidir. Ancak çoğunluğun kararı anayasa, hukuk, kurum ve geleneklere aykırı olmamalıdır. Bir başka deyişle, demokrasi, anayasa, hukuk, kurum ve geleneklerle sınırlandığı ve denetlendiği ölçüde vardır. Böyle olmazsa, demokrasi çoğunluğun despotizmine dönüşür, o zaman da ne gerisi, ne de ilerisi ortada kalır.
Meselâ Samuel P.Huntington, "Barış Tohumu" adlı kitabında, "demokrasinin geçersiz bir fikir olduğunu ve bir kenara atılması gerektiğini" söylüyor. "Demokrasinin Krizi" adlı kitabında da, "demokrasinin gelişmesinde talep limitlerinin olduğunu" savunuyor.
Ama gel gör ki, ülkemizde birileri hâlâ geri ve ileri demokrasiden ve demokrasiyi sürekli ileriye götürmekten söz ediyor. Demokrasiyi nasıl, nereye kadar götüreceklerini ise, ne kendileri, ne de başkaları biliyor. Lâf olsun, torba dolsun misali, bir demokrasi nakaratı tutturmuş gidiyorlar.
Batılılar, kendi ülkelerinde sorgulamaya başladıkları demokrasiyi, İslâm toplumlarına cankurtaran simidi gibi sunuyorlar. Örnek olarak Yahudi asıllı Bernard Lewis'in, "Lewis Doktrini"ni gösterebiliriz. O doktrine göre, İslâm ülkelerinin sıkıntılarının kökeninde demokrasinin olmaması yatmaktadır. Bernard Lewis, "ABD'nin askeri saldırı yaparak İslâm ülkelere demokrasi getirmesini" öneriyor.
İlk demokrasi getirme denemesi Afganistan ve Irak'ta yapıldı. Peki, sonuç ne oldu? Sonuç, milyonlarca insan çoluk çocuk, yaşlı, kadın demeden öldürüldü. Milyonlarca insan da yerinden yurdundan koparılarak, mülteci duruma düşürüldü.
Batılıların evrensel değer olarak pazarladıkları demokrasinin, İslâm toplumlarına kan ve gözyaşından başka bir şey getirmediği kısa zamanda anlaşıldı. Gerçekten amaç demokrasi olsa bile, onu getirmenin yöntemi bu mu olmalıydı? İnsanlar için olan bir sistemi, insanları öldürerek getirmek, akıl, mantık ve insanlıkla bağdaşır mı?
Maalesef ABD ve müttefiklerinin "Lewis Doktrini" ile Müslümanlara reva gördükleri muamele budur, yani ölüm, sürgün ve köleleşmektir. Peter Waldman, "Bernard Lewis, ABD'nin dış politikasında elli yıl içinde en cesur değişimi sağladı" diyerek, ona övgüler diziyor. Anlaşılan o ki, askeri saldırıyla İslam toplumlarına demokrasi getirme (!) politikası, Batı dünyasında takdirle karşılanmaktadır.
Ne yazık ki, Türkiye başta olmak üzere, birçok İslâm ülkesi, Batılıların bu demokrasi yalanına aldanmış ve BOP'a destek vermiştir. Malumdur ki BOP, İslâm dünyasını demokratikleştirme projesi olarak ilân edilmişti.
AKP hükümeti de, o demokratikleşme kervana katıldı, demokrasiyi daha ileriye götürmek maksadıyla peş peşe demokrasi paketlerini devreye soktu. Şimdi de yeni demokratik reformlar ve anayasa gündemde.
Daha işin başında olan AKP hükümetine, şunu hatırlatmak isteriz: Limitsiz demokrasi ile anayasa her zaman uyum içerisinde çalışmaz. Bu konuyla ilgili olarak James M. Buchanan şöyle der: "Yeterli anayasal şartlar altına alınmamış demokratik yönetim, kendi sorunlarını doğurur."
Ülkemizde bazıları demokrasiden sadece çoğunluğun kararını anlamaktadır. Bu, yanlış bir yaklaşımdır. Demokrasilerde çoğunluğun kararı elbette önemlidir. Ancak çoğunluğun kararı anayasa, hukuk, kurum ve geleneklere aykırı olmamalıdır. Bir başka deyişle, demokrasi, anayasa, hukuk, kurum ve geleneklerle sınırlandığı ve denetlendiği ölçüde vardır. Böyle olmazsa, demokrasi çoğunluğun despotizmine dönüşür, o zaman da ne gerisi, ne de ilerisi ortada kalır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018