Burada söz konusu edilecek olan, çeşitli kişisel sergiler açmış olan "fotoğraf sanatçısı" İsmail Cem'in çekmiş olduğu fotoğraflar değil, Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in değişik zamanlarda sergilemiş olduğu bizzat kendi fotoğraflarıdır.
Çünkü hayli önemli bir olayla karşı karşıyayız. 57'inci Hükümet'in daha kuruluş aşamasında köşkte Şükrü Sina Gürel'in isminin silinerek yerine yazılmasından bu yana Dışişleri Bakanı İsmail Cem sistemli ve plânlı bir şekilde ABD ve AB politik sosyetesine ısrarla takdim edilmek durumundadır.
Cem geleceğin, Ecevit'in halefi, hâttâ Türkiye'nin "batıya dönük, batılı yüzünün, batıya yansıyan" Cumhurbaşkanı adayıdır.
Yakın zamanda bu yoldaki iki spektaküler girişimin birinden galip, diğerinden mağlup ayrılması Cem'in yıldız ve yaldızlarından fazla bir şey eksiltmemiştir.
Avrupa Konvansiyonu'nda Türkiye'yi, hükümet içinde Yılmaz ile giriştiği meydan muharebesini kaybederek temsil edememiştir ama; İKÖ ve AB'nin beraberce toplandığı "İstanbul Buluşması"nda sahne ışıklarının üzerine en fazla çevrilen mimarı olarak rövanşı alıp durumu bir bire getirmeyi de pekalâ becermiştir.
Çünkü Cem "çağın yükselen değeri"dir, "millenyumun yıldızı"dır. Aralık 99'da bir dergi tarafından "yılın adamı" bile seçilmiştir.
O halde şimdi bize düşen, biraz belleklerimizin tazelenmesine yardımcı olarak gelecekte kimin tarafından idare edileceğimizi öğrenmektir.
Malûm ülkeler lâyık oldukları kişiler tarafından yönetilirler.
Şimdi moda olan "Kürtçe" yayın olgusunu 99'un sonlarında ilk telâffuz eden "bakan" kendileridir. Bu konuda Yılmaz'dan bile ön almıştır.
Başbakan Ecevit o zaman, Dışişleri Bakanı Cem'in Kürtçe TV yayını konusundaki çıkışı hakkında soru soran gazetecilere; "Ben hükümette ve MGK'da görüşülmeden Başbakan olarak bir şey söylemeyi doğru bulmuyorum" diyerek üstü örtülü sitem etmişti..
Biz ise hiç şaşırmamıştık çünkü muhteremin öteden beri aynı fikirde olduğunu, çok uzun bir süredir doğru bildiği bu yolda ilerlemekte olduğunu biliyorduk.
Daha da ileri gidip, halen işgal ettiği makama da bütün bu özelliklerinin bilindiği halde getirildiğini iddia edeceğiz.
Tam beş yıl önce bir Amerika gezisi sırasında Amerikalı meslektaşı Albright ile yaptığı görüşmeden sonra gazetecilerin sorularını cevaplandırırken şunları söylemişti Cem: "Türkiye'de zaman zaman memleketi bölelim, yarısında da başka bir memleket oluşsun. Bunun da özgürlüğü olsun şeklinde tartışmaların gündeme gelmektedir. Bir liberal, solcu ve gazeteci olarak bana bu normal gelebilir ve Türkiye'ye hiçbir zarar vermeyeceğini düşünebilirim. Ama bunu siyasete, yaşama geçirmek için belli bir konsensüs lazımdır. Ve o konsensüs inşallah terör meselesi bittikten sonra oluşabilecek bir konsensüstür." (Cumhuriyet 6 Aralık 1997)
Ondan mı cesaret aldı bilinmez ama çok kısa bir süre sonra, Ocak 1998'de İngiliz Dışişleri Bakanı Cook'un da şunları söylediğine şahit olacaktık:"Türkiye'nin doğu sınırları belli değildir." Kohl de hemen hemen aynı tarihlerde aynı şeyleri söyleyecekti..
Yani "solcu" olduğunu ilan eden Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı aynı Cook ve Kohl'un ağzıyla "memleketin bölünmesinin Türkiye'ye zarar vermeyeceğini" düşünebileceğini, hem de onlardan önce ifade ediyordu.
Son tahlilde siz Cem ile Cook ve Kohl arasında herhangi bir fark görebiliyor musunuz?
Cem 99 Aralığında "Kürtçe TV yayını yapılmalıdır" dediğine göre demek ki 97'de ifade ettiği o "konsensüs"ün oluştuğunu düşünmektedir.
O zaman da bize düşen, elbette Cem hakkında geçmişte yazılanları okumaktır..
Cem hakkında olumsuz söz söylemesi gereken en son isim ise Başbakan Bülent Ecevit'tir. Çünkü bizim başımıza onu saran, kamuoyuna son derece cilâlı ambalajlar içinde takdim eden zâtı âlîleridir. Bundan çeyrek yüzyıl önce, 1973 EcevitErbakan hükümeti zamanında Cem'i "En genç Genel Müdür" sıfatıyla TRT'nin başına getiren kendisidir.
Cem'in TRT'nin başına gelmesi kolay olmuştur da, alınması öyle olmamıştır. Ecevit'ten sonra kurulan Demirel hükümeti, Cem'i görevden almak için akla karayı seçmiştir.
3 Mayıs 1975 tarihinde Bakanlar Kurulu TRT Genel Müdürü İsmail Cem'in, "tarafsızlıktan uzak, partizanca bir tutum sergilediği, vatandaşın ahlâk değerlerine aykırı faaliyette bulunduğu, ve TRT ekranlarından komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle" görevden alınmasına karar verir. Cumhurbaşkanı Korutürk kararnameyi beş gün inceler ve reddeder. 9 Mayıs'ta Başbakan Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanı Korutürk'le yaptığı iki saat 2 saat 10 dakika süren ve TRT Genel Müdürüyle ilgili olarak verdiği ek bilgilerin ardından 12 Mayıs'ta kararname imzalanır. Cem Danıştay'dan yürütmeyi durdurma kararı alır, hükümet bu kararı uygulamayacağını açıklar. Yerine atanan Yalçıntaş istifa eder.
1 Temmuz Başbakan Demirel, Danıştay Dava Daireleri Genel Kuruluna verdiği kendi imzasını taşıyan 25 sayfalık bir dilekçede görevinden alınan TRT Genel Müdürü İsmail Cem'in göreve iadesinin "millî güvenlik açısından ciddî sakıncalar doğuracağını" bildirir.
18 Ocak 1976 günü Şaban Karataş TRT Genel Müdürü olur. (Hakkı Devrim. "Demokrasi'nin 50 yılı". Radikal Yay. Cilt 2. Sayfa:646649)
Çeyrek yüzyıl önce göreve iadesinin millî güvenlik açısından sakıncalı olduğu Başbakan tarafından tam 25 sayfalık bir dilekçe ile kabul edilmiş olan Cem şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanıdır, Kürtçe TV yayını isteyebilmektedir ve bütün bu özellikleriyle bazı kesimlerin Cumhurbaşkanı adayıdır.
İşin daha da enteresan tarafı, 1975'te aleyhine dilekçe yazan Başbakan'ın, 1999'da Cumhurbaşkanı olarak kendisini Dışişleri Bakanı atayabilmesidir.
Bunun ayıbı da tabiatıyla bize ait değildir...
İsmail Cem'in yaptıkları
Yalçın Küçük 10 Aralık 1999 tarihli Helsinki Senedi'ni "Türk Devleti'ni sona erdirme deklarasyonu" olarak görür, ki sonuna kadar haklıdır.
Ve şöyle bir cümlesi vardır Küçük'ün; "Bunu kabul eden hükümetin Başbakanı Ecevit ile Dışişleri Bakanı Cem'in Amerikan misyoner okulu Robert College'in mezunları olmaları, belki de tarihin, en acı ve bilimsel tokadıdır. Suratımızda şaklaması, acımız ve utancımızdır."
Bu tokatlar, bu ikili görevde bulunduğu sürece ne yazıktır ki devam etmektedir ve edecektir. Ayıp, acı ve utanç bize olduğu kadar bu ikilinin görevde bulunmalarına mecliste parmak hesabı ile yardımcı olanlara da aittir. Tarihî sorumluluktan kaçamazlar.
Amerika'nın bir önceki Dışişleri Bakanı göçmen ve musevî asıllı Albright, İsmail Cem'e "Yishmail" diyecek kadar yakındı. Demirel'den sonra Cumhurbaşkanı seçilememiş olmasından üzüntü duyduğunu ifade ile bir dahaki sefere şansının bulunduğunu söyleyerek "samimî" bir şekilde tesellî ettiği gazete ve internet arşivlerindedir.
2001 Haziranı'nın bir hafta sonu İsmail Cem İpekçi ile George (Amerikalı anneden Amerika'da doğduğu için adının daha çok bilinen şekli böyledir) Papandreu, Sisam ve Kuşadası'nda buluştular.
Cem'in yakın dostu Yorgo daha bir ay önce şunları söylemişti; "Türkiye, Kıbrıs'ın AB'ye alınmasına karşı çıkmamalıdır. Bu takdirde Kıbrıs Türkleri'ne azınlık statüsü vereceğiz, bu da kötü bir şey değildir."
AB üyesi Yunanistan'da azınlık durumunda olan Batı Trakya Türklerinin lideri Sadık Ahmet "Türk'üm" dediği için öldürülmüştü. Azınlığın seçtiği Gümülcine ve İskeçe Müftüleri Türk lâfını kullandıkları için hapise girip girip çıkmaktadırlar. Müftüler AİHM'ye müracaat etmişler, mahkeme müftüleri haklı bulup Yunanistan'ı tazminata mahkûm etmiştir. Fakat Yunanistan, "Tazminata mahkûm olmamız müftülerin haklılığını göstermez. Cezayı ödeyip bildiğimiz gibi devam ederiz" yaklaşımındadır.
Papandreu'nun Kıbrıs Türkleri için azınlık statüsü teklifine, bırakınız yakın dostu "İsmail"in ses çıkarmamasına fakat Kıbrıs Bakanı Gürel ve zamanın Türk İşleri Bakanı Çay'dan da en ufak bir tepki gelmemiştir. 57'inci Cumhuriyet Hükümeti'nde bu konuda da büyük bir uyum ve istikrar vardır. İşte bu Papandreu ile Cem Hazşran 2001'de birer gün arayla önce Sisam adasında, sonra Kuşadası'nda bir araya gelmişlerdir.
Toplantı tam bir Yunan üstünlüğü ve propagandası şeklinde geçmiş, toplantının "Türk tarafı" bu hafta sonu buluşmasının ne yazık ki yalnızca aksesuarı olmuştur.
İki günlük programın resmî adı ""Yunanistan Ege Adaları, Türkiye Ege Kıyıları 3. Ekonomik Zirvesi"dir. Ve sadece bu ifade için bile sayfalar dolusu makaleler yazılabilir.
Çünkü sadece bu ifade bile Ege'nin Yunanistan'a teslim edildiğinin, bu teslimiyetin Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı tarafından da teyit edildiğinin fotoğrafıdır.
Bunu en iyi, fotoğraf sanatçısı da olduğu iddia edilen İsmail Cem bilmezse, kim bilir?
Dikkat edilirse bu isme göre Ege Adaları Yunanistan'a ihale edilmiştir. Yunanistan'ın olduğu 57'inci hükümetin Dış İşleri Bakanı'nın da katıldığı bir toplantıda teyit edilmiştir.
Yine bu isme göre Ege'de Türkiye'ye kalan yer ise sadece Anadolu'nun kıyılarıdır. Yâni kıymetli okuyucu, AB içinde Kıbrıs Türklerine azınlık statüsü veren Papandreu Ege'de de sadece Anadolu'nun kıyılarını Türkiye'ye bırakmış, geriye kalan her şeyi Cem'in gözüne baka baka Yunanistan'ın hânesine yazmıştır.
AB'nin; bilinmeyen bir zamanda üye yapacağı Türkiye'ye de azınlık statüsü tanıyacağı halâ (batı muhipleri, mandacılar ve işbirlikçiler zaten biliyor da) milletin büyük çoğunluğu tarafından anlaşılamamış mıdır?
Cem'in (ve dahî şürekâsının ) ne yapmak istediğinin de, bundan daha açık bir ifadesi olabilir mi?
Bir defa daha soralım; Atatürk, o tarihî "Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz'dir" emrini verip orduları Ege kıyısındaki İzmir istikametine sevk ederken harita okumayı bilmiyor muydu?
İsmail Cem'in yapamadıkları
Burada gene Yalçın Küçük'e atıf yapmak durumundayız. Tarihini ne yazık ki not etmeyi unuttuğum makalesinde Küçük, Cem için şu tespitte bulunuyor: "....Cem de en taze zamanlarında millici bir formasyon almadan bugünkü yerine gelmiştir, ne yazık ki şaşırtıcı olmamaktadır."
Sisam ve Kuşadası'nda gerçekleştirilen "balayı"na şu motifler damgasını vurmuştur:
1. Cem'i, Türkiye'nin Ege kıyılarına sadece 850 metre mesafedeki Sisam Ada'sında Papandreu ile beraber Yunanistan'ın "Ege" Bakanı Sifonuakis karşıladı.
Yunanistan Ege'yi tamamen sahiplenmiş midir ki Ege Bakanı vardır? Yahut Türkiye, Ege'yi gözden çıkardığı için mi bir Ege Bakanı yoktur?
Burada okuyucuların, "Bizim de Kıbrıs ve ayrıca Türk Cumhuriyetleri'nden sorumlu devlet bakanlarımız var. Onlar ne yaptılar ki bir de Ege Bakanlığı kurulmasını istiyorsun?" şeklindeki sorularını bilerek duymazdan gelmeyi tercih ediyorum.
2. Sisam Belediye Başkanı Petruskas Philipas Cem'e, Sisam adasının 60 yıllık tarihini anlatan bir kitap hediye etti. Cem ise belediyeye "Mevsimler" isimli fotoğraf sergisini anlatan kitabı verdi.
Cem Türkiye'den meselâ, İzmir'in 1922 yılının 9 Eylül'ündeki harab ve yanık halini gösteren bir albüm götürememiş miydi de kendi fotoğraflarını hediye etti. Yunanlı, son derece bilinçli bir şekilde Sisam'ın tarihini anlatan bir kitap vermemiş olsaydı bu önerimi geri çekecektim veya hiç lüzum olmayacaktı
3. Ziyaret sırasında Sisam Belediye Başkanı Dışişleri Bakanına, "Uçaklarınızın sesi yerine şarkılarınızı dinlemeyi tercih ederiz" dedi.. Cem de buna karşılık, "Yorgo ile birlikte çalışıyoruz. Bundan sonrası sivil toplum örgütlerine kalıyor" yanıtını verdi
Bu ifadeyi de tersine çevirirsek demek ki Yunanlı meselâ Karadeniz kıyılarına uçaktoptankla gelemeyeceğinin fakat orayı ancak şarkıtürküoyuntabak, çanak kırma özentileri ile işgal edebileceğinin bilincindedir. Cem'in ne cevap verdiği hakkında ajans haberlerinde bir not göremedik. Muhtemeldir ki gene mütebessim bir yüz ifadesiyle karşılık vermiştir.
Peki sivil toplum örgütleri derken neyi kastetti? İnsan Hakları Derneği, tutuklu Aileleri ile Dayanışma Derneği veya Cumartesi Annelerini mi?
Bu iş bu kadar mı ucuz?
4.Sözü Nur Batur'a bırakıyorum:
"Ege'de barış zirvesinde zaman zaman duygusal anlar yaşandı. Sisam'daki ilk gecede Yorgo Papandreu Cem'le birlikte oturduğu masadan kalktı ve "Bu gece babamın ölüm yıldönümü. Onun sevdiği Zeybetiko'yu oynamak istiyorum'' dedi. Herkes şaşırmıştı. Orkestra Andreas Papandreu'nun sevdiği parçayı çalmaya başlayınca Papandreu da herkesin hayranlıkla izlediği ünlü Zeybetiko dansına başladı."
Cem hadi, babasının ölüm yıldönümü olan duygusal gecede "Vre Yorgo.. Bu oynadığın Zeybetiko değil, bizim Zeybek'in dumura uğratılmış halidir" diyerek ortamı bozmak istemedi; ama bir gece sonra Kuşadası'nda neden orkestraya işaret ederek kalkıp, hadi Kılıçkalkan, çökertme'den vaz geçtim meselâ bir "çayda çıra" sergileyemedi?
Haberi mi yok yoksa bir Türk halk oyununu, oynayacak kadar bilmiyor mu?
5. Papandreu, kızı ve "şeffaf" sandalet giyen eşi ile beraber Kuşadası'ndan Efes'e geçerek "hacı" olmuşlar.
Cem Sisam'da nereyi ziyaret etti? Gezecek Türklerden kalan bir cami, hamam, çeşme, köprü de mi bulamadı? Bulamadı da mı Yunan eserlerinin sergilendiği Arkeoloji Müzesi'ni gezdi?
Dış politika hedeflerimize bu kadar mı ucuz politik hesaplar içinde ve yüzeysel yaklaşılıyor?
Dış politikamız bu kadar mı gayri ciddî ellerde ve gayri ciddî yürütülüyor?
Yarın: İsmail Cem'in sakladıkları ve saklamadıkları
Çünkü hayli önemli bir olayla karşı karşıyayız. 57'inci Hükümet'in daha kuruluş aşamasında köşkte Şükrü Sina Gürel'in isminin silinerek yerine yazılmasından bu yana Dışişleri Bakanı İsmail Cem sistemli ve plânlı bir şekilde ABD ve AB politik sosyetesine ısrarla takdim edilmek durumundadır.
Cem geleceğin, Ecevit'in halefi, hâttâ Türkiye'nin "batıya dönük, batılı yüzünün, batıya yansıyan" Cumhurbaşkanı adayıdır.
Yakın zamanda bu yoldaki iki spektaküler girişimin birinden galip, diğerinden mağlup ayrılması Cem'in yıldız ve yaldızlarından fazla bir şey eksiltmemiştir.
Avrupa Konvansiyonu'nda Türkiye'yi, hükümet içinde Yılmaz ile giriştiği meydan muharebesini kaybederek temsil edememiştir ama; İKÖ ve AB'nin beraberce toplandığı "İstanbul Buluşması"nda sahne ışıklarının üzerine en fazla çevrilen mimarı olarak rövanşı alıp durumu bir bire getirmeyi de pekalâ becermiştir.
Çünkü Cem "çağın yükselen değeri"dir, "millenyumun yıldızı"dır. Aralık 99'da bir dergi tarafından "yılın adamı" bile seçilmiştir.
O halde şimdi bize düşen, biraz belleklerimizin tazelenmesine yardımcı olarak gelecekte kimin tarafından idare edileceğimizi öğrenmektir.
Malûm ülkeler lâyık oldukları kişiler tarafından yönetilirler.
Şimdi moda olan "Kürtçe" yayın olgusunu 99'un sonlarında ilk telâffuz eden "bakan" kendileridir. Bu konuda Yılmaz'dan bile ön almıştır.
Başbakan Ecevit o zaman, Dışişleri Bakanı Cem'in Kürtçe TV yayını konusundaki çıkışı hakkında soru soran gazetecilere; "Ben hükümette ve MGK'da görüşülmeden Başbakan olarak bir şey söylemeyi doğru bulmuyorum" diyerek üstü örtülü sitem etmişti..
Biz ise hiç şaşırmamıştık çünkü muhteremin öteden beri aynı fikirde olduğunu, çok uzun bir süredir doğru bildiği bu yolda ilerlemekte olduğunu biliyorduk.
Daha da ileri gidip, halen işgal ettiği makama da bütün bu özelliklerinin bilindiği halde getirildiğini iddia edeceğiz.
Tam beş yıl önce bir Amerika gezisi sırasında Amerikalı meslektaşı Albright ile yaptığı görüşmeden sonra gazetecilerin sorularını cevaplandırırken şunları söylemişti Cem: "Türkiye'de zaman zaman memleketi bölelim, yarısında da başka bir memleket oluşsun. Bunun da özgürlüğü olsun şeklinde tartışmaların gündeme gelmektedir. Bir liberal, solcu ve gazeteci olarak bana bu normal gelebilir ve Türkiye'ye hiçbir zarar vermeyeceğini düşünebilirim. Ama bunu siyasete, yaşama geçirmek için belli bir konsensüs lazımdır. Ve o konsensüs inşallah terör meselesi bittikten sonra oluşabilecek bir konsensüstür." (Cumhuriyet 6 Aralık 1997)
Ondan mı cesaret aldı bilinmez ama çok kısa bir süre sonra, Ocak 1998'de İngiliz Dışişleri Bakanı Cook'un da şunları söylediğine şahit olacaktık:"Türkiye'nin doğu sınırları belli değildir." Kohl de hemen hemen aynı tarihlerde aynı şeyleri söyleyecekti..
Yani "solcu" olduğunu ilan eden Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı aynı Cook ve Kohl'un ağzıyla "memleketin bölünmesinin Türkiye'ye zarar vermeyeceğini" düşünebileceğini, hem de onlardan önce ifade ediyordu.
Son tahlilde siz Cem ile Cook ve Kohl arasında herhangi bir fark görebiliyor musunuz?
Cem 99 Aralığında "Kürtçe TV yayını yapılmalıdır" dediğine göre demek ki 97'de ifade ettiği o "konsensüs"ün oluştuğunu düşünmektedir.
O zaman da bize düşen, elbette Cem hakkında geçmişte yazılanları okumaktır..
Cem hakkında olumsuz söz söylemesi gereken en son isim ise Başbakan Bülent Ecevit'tir. Çünkü bizim başımıza onu saran, kamuoyuna son derece cilâlı ambalajlar içinde takdim eden zâtı âlîleridir. Bundan çeyrek yüzyıl önce, 1973 EcevitErbakan hükümeti zamanında Cem'i "En genç Genel Müdür" sıfatıyla TRT'nin başına getiren kendisidir.
Cem'in TRT'nin başına gelmesi kolay olmuştur da, alınması öyle olmamıştır. Ecevit'ten sonra kurulan Demirel hükümeti, Cem'i görevden almak için akla karayı seçmiştir.
3 Mayıs 1975 tarihinde Bakanlar Kurulu TRT Genel Müdürü İsmail Cem'in, "tarafsızlıktan uzak, partizanca bir tutum sergilediği, vatandaşın ahlâk değerlerine aykırı faaliyette bulunduğu, ve TRT ekranlarından komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle" görevden alınmasına karar verir. Cumhurbaşkanı Korutürk kararnameyi beş gün inceler ve reddeder. 9 Mayıs'ta Başbakan Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanı Korutürk'le yaptığı iki saat 2 saat 10 dakika süren ve TRT Genel Müdürüyle ilgili olarak verdiği ek bilgilerin ardından 12 Mayıs'ta kararname imzalanır. Cem Danıştay'dan yürütmeyi durdurma kararı alır, hükümet bu kararı uygulamayacağını açıklar. Yerine atanan Yalçıntaş istifa eder.
1 Temmuz Başbakan Demirel, Danıştay Dava Daireleri Genel Kuruluna verdiği kendi imzasını taşıyan 25 sayfalık bir dilekçede görevinden alınan TRT Genel Müdürü İsmail Cem'in göreve iadesinin "millî güvenlik açısından ciddî sakıncalar doğuracağını" bildirir.
18 Ocak 1976 günü Şaban Karataş TRT Genel Müdürü olur. (Hakkı Devrim. "Demokrasi'nin 50 yılı". Radikal Yay. Cilt 2. Sayfa:646649)
Çeyrek yüzyıl önce göreve iadesinin millî güvenlik açısından sakıncalı olduğu Başbakan tarafından tam 25 sayfalık bir dilekçe ile kabul edilmiş olan Cem şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanıdır, Kürtçe TV yayını isteyebilmektedir ve bütün bu özellikleriyle bazı kesimlerin Cumhurbaşkanı adayıdır.
İşin daha da enteresan tarafı, 1975'te aleyhine dilekçe yazan Başbakan'ın, 1999'da Cumhurbaşkanı olarak kendisini Dışişleri Bakanı atayabilmesidir.
Bunun ayıbı da tabiatıyla bize ait değildir...
İsmail Cem'in yaptıkları
Yalçın Küçük 10 Aralık 1999 tarihli Helsinki Senedi'ni "Türk Devleti'ni sona erdirme deklarasyonu" olarak görür, ki sonuna kadar haklıdır.
Ve şöyle bir cümlesi vardır Küçük'ün; "Bunu kabul eden hükümetin Başbakanı Ecevit ile Dışişleri Bakanı Cem'in Amerikan misyoner okulu Robert College'in mezunları olmaları, belki de tarihin, en acı ve bilimsel tokadıdır. Suratımızda şaklaması, acımız ve utancımızdır."
Bu tokatlar, bu ikili görevde bulunduğu sürece ne yazıktır ki devam etmektedir ve edecektir. Ayıp, acı ve utanç bize olduğu kadar bu ikilinin görevde bulunmalarına mecliste parmak hesabı ile yardımcı olanlara da aittir. Tarihî sorumluluktan kaçamazlar.
Amerika'nın bir önceki Dışişleri Bakanı göçmen ve musevî asıllı Albright, İsmail Cem'e "Yishmail" diyecek kadar yakındı. Demirel'den sonra Cumhurbaşkanı seçilememiş olmasından üzüntü duyduğunu ifade ile bir dahaki sefere şansının bulunduğunu söyleyerek "samimî" bir şekilde tesellî ettiği gazete ve internet arşivlerindedir.
2001 Haziranı'nın bir hafta sonu İsmail Cem İpekçi ile George (Amerikalı anneden Amerika'da doğduğu için adının daha çok bilinen şekli böyledir) Papandreu, Sisam ve Kuşadası'nda buluştular.
Cem'in yakın dostu Yorgo daha bir ay önce şunları söylemişti; "Türkiye, Kıbrıs'ın AB'ye alınmasına karşı çıkmamalıdır. Bu takdirde Kıbrıs Türkleri'ne azınlık statüsü vereceğiz, bu da kötü bir şey değildir."
AB üyesi Yunanistan'da azınlık durumunda olan Batı Trakya Türklerinin lideri Sadık Ahmet "Türk'üm" dediği için öldürülmüştü. Azınlığın seçtiği Gümülcine ve İskeçe Müftüleri Türk lâfını kullandıkları için hapise girip girip çıkmaktadırlar. Müftüler AİHM'ye müracaat etmişler, mahkeme müftüleri haklı bulup Yunanistan'ı tazminata mahkûm etmiştir. Fakat Yunanistan, "Tazminata mahkûm olmamız müftülerin haklılığını göstermez. Cezayı ödeyip bildiğimiz gibi devam ederiz" yaklaşımındadır.
Papandreu'nun Kıbrıs Türkleri için azınlık statüsü teklifine, bırakınız yakın dostu "İsmail"in ses çıkarmamasına fakat Kıbrıs Bakanı Gürel ve zamanın Türk İşleri Bakanı Çay'dan da en ufak bir tepki gelmemiştir. 57'inci Cumhuriyet Hükümeti'nde bu konuda da büyük bir uyum ve istikrar vardır. İşte bu Papandreu ile Cem Hazşran 2001'de birer gün arayla önce Sisam adasında, sonra Kuşadası'nda bir araya gelmişlerdir.
Toplantı tam bir Yunan üstünlüğü ve propagandası şeklinde geçmiş, toplantının "Türk tarafı" bu hafta sonu buluşmasının ne yazık ki yalnızca aksesuarı olmuştur.
İki günlük programın resmî adı ""Yunanistan Ege Adaları, Türkiye Ege Kıyıları 3. Ekonomik Zirvesi"dir. Ve sadece bu ifade için bile sayfalar dolusu makaleler yazılabilir.
Çünkü sadece bu ifade bile Ege'nin Yunanistan'a teslim edildiğinin, bu teslimiyetin Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı tarafından da teyit edildiğinin fotoğrafıdır.
Bunu en iyi, fotoğraf sanatçısı da olduğu iddia edilen İsmail Cem bilmezse, kim bilir?
Dikkat edilirse bu isme göre Ege Adaları Yunanistan'a ihale edilmiştir. Yunanistan'ın olduğu 57'inci hükümetin Dış İşleri Bakanı'nın da katıldığı bir toplantıda teyit edilmiştir.
Yine bu isme göre Ege'de Türkiye'ye kalan yer ise sadece Anadolu'nun kıyılarıdır. Yâni kıymetli okuyucu, AB içinde Kıbrıs Türklerine azınlık statüsü veren Papandreu Ege'de de sadece Anadolu'nun kıyılarını Türkiye'ye bırakmış, geriye kalan her şeyi Cem'in gözüne baka baka Yunanistan'ın hânesine yazmıştır.
AB'nin; bilinmeyen bir zamanda üye yapacağı Türkiye'ye de azınlık statüsü tanıyacağı halâ (batı muhipleri, mandacılar ve işbirlikçiler zaten biliyor da) milletin büyük çoğunluğu tarafından anlaşılamamış mıdır?
Cem'in (ve dahî şürekâsının ) ne yapmak istediğinin de, bundan daha açık bir ifadesi olabilir mi?
Bir defa daha soralım; Atatürk, o tarihî "Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz'dir" emrini verip orduları Ege kıyısındaki İzmir istikametine sevk ederken harita okumayı bilmiyor muydu?
İsmail Cem'in yapamadıkları
Burada gene Yalçın Küçük'e atıf yapmak durumundayız. Tarihini ne yazık ki not etmeyi unuttuğum makalesinde Küçük, Cem için şu tespitte bulunuyor: "....Cem de en taze zamanlarında millici bir formasyon almadan bugünkü yerine gelmiştir, ne yazık ki şaşırtıcı olmamaktadır."
Sisam ve Kuşadası'nda gerçekleştirilen "balayı"na şu motifler damgasını vurmuştur:
1. Cem'i, Türkiye'nin Ege kıyılarına sadece 850 metre mesafedeki Sisam Ada'sında Papandreu ile beraber Yunanistan'ın "Ege" Bakanı Sifonuakis karşıladı.
Yunanistan Ege'yi tamamen sahiplenmiş midir ki Ege Bakanı vardır? Yahut Türkiye, Ege'yi gözden çıkardığı için mi bir Ege Bakanı yoktur?
Burada okuyucuların, "Bizim de Kıbrıs ve ayrıca Türk Cumhuriyetleri'nden sorumlu devlet bakanlarımız var. Onlar ne yaptılar ki bir de Ege Bakanlığı kurulmasını istiyorsun?" şeklindeki sorularını bilerek duymazdan gelmeyi tercih ediyorum.
2. Sisam Belediye Başkanı Petruskas Philipas Cem'e, Sisam adasının 60 yıllık tarihini anlatan bir kitap hediye etti. Cem ise belediyeye "Mevsimler" isimli fotoğraf sergisini anlatan kitabı verdi.
Cem Türkiye'den meselâ, İzmir'in 1922 yılının 9 Eylül'ündeki harab ve yanık halini gösteren bir albüm götürememiş miydi de kendi fotoğraflarını hediye etti. Yunanlı, son derece bilinçli bir şekilde Sisam'ın tarihini anlatan bir kitap vermemiş olsaydı bu önerimi geri çekecektim veya hiç lüzum olmayacaktı
3. Ziyaret sırasında Sisam Belediye Başkanı Dışişleri Bakanına, "Uçaklarınızın sesi yerine şarkılarınızı dinlemeyi tercih ederiz" dedi.. Cem de buna karşılık, "Yorgo ile birlikte çalışıyoruz. Bundan sonrası sivil toplum örgütlerine kalıyor" yanıtını verdi
Bu ifadeyi de tersine çevirirsek demek ki Yunanlı meselâ Karadeniz kıyılarına uçaktoptankla gelemeyeceğinin fakat orayı ancak şarkıtürküoyuntabak, çanak kırma özentileri ile işgal edebileceğinin bilincindedir. Cem'in ne cevap verdiği hakkında ajans haberlerinde bir not göremedik. Muhtemeldir ki gene mütebessim bir yüz ifadesiyle karşılık vermiştir.
Peki sivil toplum örgütleri derken neyi kastetti? İnsan Hakları Derneği, tutuklu Aileleri ile Dayanışma Derneği veya Cumartesi Annelerini mi?
Bu iş bu kadar mı ucuz?
4.Sözü Nur Batur'a bırakıyorum:
"Ege'de barış zirvesinde zaman zaman duygusal anlar yaşandı. Sisam'daki ilk gecede Yorgo Papandreu Cem'le birlikte oturduğu masadan kalktı ve "Bu gece babamın ölüm yıldönümü. Onun sevdiği Zeybetiko'yu oynamak istiyorum'' dedi. Herkes şaşırmıştı. Orkestra Andreas Papandreu'nun sevdiği parçayı çalmaya başlayınca Papandreu da herkesin hayranlıkla izlediği ünlü Zeybetiko dansına başladı."
Cem hadi, babasının ölüm yıldönümü olan duygusal gecede "Vre Yorgo.. Bu oynadığın Zeybetiko değil, bizim Zeybek'in dumura uğratılmış halidir" diyerek ortamı bozmak istemedi; ama bir gece sonra Kuşadası'nda neden orkestraya işaret ederek kalkıp, hadi Kılıçkalkan, çökertme'den vaz geçtim meselâ bir "çayda çıra" sergileyemedi?
Haberi mi yok yoksa bir Türk halk oyununu, oynayacak kadar bilmiyor mu?
5. Papandreu, kızı ve "şeffaf" sandalet giyen eşi ile beraber Kuşadası'ndan Efes'e geçerek "hacı" olmuşlar.
Cem Sisam'da nereyi ziyaret etti? Gezecek Türklerden kalan bir cami, hamam, çeşme, köprü de mi bulamadı? Bulamadı da mı Yunan eserlerinin sergilendiği Arkeoloji Müzesi'ni gezdi?
Dış politika hedeflerimize bu kadar mı ucuz politik hesaplar içinde ve yüzeysel yaklaşılıyor?
Dış politikamız bu kadar mı gayri ciddî ellerde ve gayri ciddî yürütülüyor?
Yarın: İsmail Cem'in sakladıkları ve saklamadıkları
Hüseyin Mümtaz / diğer yazıları
- Ekonomi, İslam ve Rusya / 01.04.2006
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002