Milletimizin birliğinin mayası İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyetini benimsemiş insanlar –anadili Türkçe olmayanlar dahil- Balkanlardan ve Kafkaslardan akın akın Anadolu’ya göç ettiler. Anadolu’nun yerli halkı da göçmenlere kucağını açtı, onları bağrına bastı. Hiçbir yabancılık çekilmeden hemen kaynaşma oldu, hısım ve akrabalıklar kuruldu. Bu, dinin, tarihin, kültürün, kısacası medeniyetin, etnik kökenden daha güçlü olduğunu gösteren bir olaydır. Bir başka deyişle, Anadolu’da yaşayan toplumları, milletleştiren İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyetinden uzaklaşmak, onun yerine başka ortak bir payda aramak, bölücülüğün ta kendisidir.
Türkiye Cumhuriyeti, İslâm medeniyetinin ortaya çıkardığı bu milletle kurulmuştur. Prof. Dr. Haydar Baş, ‘Sosyal Devlet-Milli Devlet’ eserinde söz konusu gerçeği şöyle dile getirir: “Toplumların millet olmalarında ortak inanca ve ortak bir kültüre sahip olmaları son derece önemlidir. Bu yüzden Lozan görüşmelerinde Atatürk, azınlık tarifini, ‘Ancak gayri Müslimlerdir’ esası üzerine oturtmuş, cumhuriyetin ilerleyen yıllarında gerçekleştirilen nüfus mübadelesinde, bu ‘ortak inanç olgusu’nu ölçü kabul etmiştir” (s.24). Kabul edilen bu ölçü, İslâm’dan alınmış bir ölçüdür. Zira İslâm’a göre, ırkı ne olursa olsun, hiçbir Müslüman, ‘İslâm Yurdu’nda azınlık sayılamaz.
Batılılar ve yerli işbirlikçileri, bu anlayışa karşı çıkıyorlar. Osmanlı Devleti’ni ırkçılıkla dağıttıkları gibi, onun minyatürü olan Türkiye Cumhuriyeti’ni de, aynı oyunla küçük küçük parçalara bölmek istiyorlar. Nasıl Osmanlı, bir ırkın değil, bütün Müslümanların devleti idiyse, Türkiye de öyledir. İngilizlerin, Müslüman Arapları Osmanlı’ya karşı, hangi vaatlerle, hangi entrikalarla isyan ettirdiklerini hatırlayalım. Sömürgeler Bakanlığı’na bağlı binlerce ajan ve misyonerin çalışması sonucu Arap liderleri aldatıldı. İngiliz ajanları, Şerif Hüseyin bin Ali’nin oğlu Emir Abdullah’ı 1914 yılında İngiltere’nin Mısır valisi Lord Kitchener’e gönderdiler. Emir Abdullah, aynı yıl Dışişleri Bakanı olan Kitchener ile ilişkilerini sürdürdü. İngiltere Hükümeti, Şerif Hüseyin’in talep ettiği bütün yerlerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye söz verdi. Araplar, isyan hareketleriyle uğraşırken, Siyonistler de Filistin’de egemen bir İsrail Devleti kurmanın plânlarını yapıyor, Avrupalı devletlerden Yahudi göçüne destek sağlıyordu.
Nihayetinde Müslüman Araplar, Osmanlı’dan ayrıldı. Bu ayrılığın gerçekleşmesinde büyük payı olan Lawrence, şu tarihi sözü söyler: “Britanya İmparatorluğu’na bir Arap dominyonu hediye ettim.” Gerçekten de yaptığı, bundan başka bir şey değildi. Rahmetli Dündar Taşar, hürriyet diyerek Osmanlı’ya isyan edenler için şöyle der: “Osmanlı’da şahsi hürriyet mutlaktı. Bu mutlak hürriyet devletin lütfü değil, Türk milletinin imanının icabı idi… Varlığı mutlak olduğu için bilinmeyen hürriyetin yokluğundan şikâyet ettiler. Dövüştüler, vuruştular, devletçikler oldular. Amma yine yabancı krallar emrine girdiler.” Şerif Hüseyin için söyledikleri ise dikkate şayandır: “Şerif, kral olmaya heveslendi. Peygamber torunu Şeriflikten daha kudretli olmayan bir taht için Halife’ye karşı İngilizlere hizmet arzında bulundu.”
Müslüman Araplar, Osmanlı’dan ayrıldılar da ne oldu? Huzur yüzü görebildiler mi? Ayrılığı plânlayanlar, bunun böyle olacağını biliyorlardı. Bilmeyen taraf Arap liderleri idi. Birinci Dünya Savaşı’nda Müttefik Kuvvetler Komutanı olan Wawel, Osmanlı’dan ayrılan Araplarla yaptıkları anlaşmadan sonra şöyle demiştir: “Ortadoğu’da barışı bitiren barış yaptık.” İşte böyle, Osmanlı olmadan, Ortadoğu’da barışın adı budur, yani savaştır.
Şimdi, aynı oyun Kürtlere oynanmaktadır. Bunca tarihi tecrübeden sonra bu oyuna gelmek, ne büyük bir bedbahtlık, ne büyük bir şuursuzluktur.
Türkiye Cumhuriyeti, İslâm medeniyetinin ortaya çıkardığı bu milletle kurulmuştur. Prof. Dr. Haydar Baş, ‘Sosyal Devlet-Milli Devlet’ eserinde söz konusu gerçeği şöyle dile getirir: “Toplumların millet olmalarında ortak inanca ve ortak bir kültüre sahip olmaları son derece önemlidir. Bu yüzden Lozan görüşmelerinde Atatürk, azınlık tarifini, ‘Ancak gayri Müslimlerdir’ esası üzerine oturtmuş, cumhuriyetin ilerleyen yıllarında gerçekleştirilen nüfus mübadelesinde, bu ‘ortak inanç olgusu’nu ölçü kabul etmiştir” (s.24). Kabul edilen bu ölçü, İslâm’dan alınmış bir ölçüdür. Zira İslâm’a göre, ırkı ne olursa olsun, hiçbir Müslüman, ‘İslâm Yurdu’nda azınlık sayılamaz.
Batılılar ve yerli işbirlikçileri, bu anlayışa karşı çıkıyorlar. Osmanlı Devleti’ni ırkçılıkla dağıttıkları gibi, onun minyatürü olan Türkiye Cumhuriyeti’ni de, aynı oyunla küçük küçük parçalara bölmek istiyorlar. Nasıl Osmanlı, bir ırkın değil, bütün Müslümanların devleti idiyse, Türkiye de öyledir. İngilizlerin, Müslüman Arapları Osmanlı’ya karşı, hangi vaatlerle, hangi entrikalarla isyan ettirdiklerini hatırlayalım. Sömürgeler Bakanlığı’na bağlı binlerce ajan ve misyonerin çalışması sonucu Arap liderleri aldatıldı. İngiliz ajanları, Şerif Hüseyin bin Ali’nin oğlu Emir Abdullah’ı 1914 yılında İngiltere’nin Mısır valisi Lord Kitchener’e gönderdiler. Emir Abdullah, aynı yıl Dışişleri Bakanı olan Kitchener ile ilişkilerini sürdürdü. İngiltere Hükümeti, Şerif Hüseyin’in talep ettiği bütün yerlerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye söz verdi. Araplar, isyan hareketleriyle uğraşırken, Siyonistler de Filistin’de egemen bir İsrail Devleti kurmanın plânlarını yapıyor, Avrupalı devletlerden Yahudi göçüne destek sağlıyordu.
Nihayetinde Müslüman Araplar, Osmanlı’dan ayrıldı. Bu ayrılığın gerçekleşmesinde büyük payı olan Lawrence, şu tarihi sözü söyler: “Britanya İmparatorluğu’na bir Arap dominyonu hediye ettim.” Gerçekten de yaptığı, bundan başka bir şey değildi. Rahmetli Dündar Taşar, hürriyet diyerek Osmanlı’ya isyan edenler için şöyle der: “Osmanlı’da şahsi hürriyet mutlaktı. Bu mutlak hürriyet devletin lütfü değil, Türk milletinin imanının icabı idi… Varlığı mutlak olduğu için bilinmeyen hürriyetin yokluğundan şikâyet ettiler. Dövüştüler, vuruştular, devletçikler oldular. Amma yine yabancı krallar emrine girdiler.” Şerif Hüseyin için söyledikleri ise dikkate şayandır: “Şerif, kral olmaya heveslendi. Peygamber torunu Şeriflikten daha kudretli olmayan bir taht için Halife’ye karşı İngilizlere hizmet arzında bulundu.”
Müslüman Araplar, Osmanlı’dan ayrıldılar da ne oldu? Huzur yüzü görebildiler mi? Ayrılığı plânlayanlar, bunun böyle olacağını biliyorlardı. Bilmeyen taraf Arap liderleri idi. Birinci Dünya Savaşı’nda Müttefik Kuvvetler Komutanı olan Wawel, Osmanlı’dan ayrılan Araplarla yaptıkları anlaşmadan sonra şöyle demiştir: “Ortadoğu’da barışı bitiren barış yaptık.” İşte böyle, Osmanlı olmadan, Ortadoğu’da barışın adı budur, yani savaştır.
Şimdi, aynı oyun Kürtlere oynanmaktadır. Bunca tarihi tecrübeden sonra bu oyuna gelmek, ne büyük bir bedbahtlık, ne büyük bir şuursuzluktur.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018