Türk basınınca seyrek de olsa bazı doğru tespitlere rastlamak mümkün. Bu "doğruyu da söylüyorlar." diye mi yapılıyor bilemiyorum. ve milleti şaşırtıyorlar. Bir başka deyişle, politikacılarımızda, iktidarda yaptığının tersini, muhalefette söylemek gelenekleşmişti. Elbette bunun istisnası olmuştur, olmaktadır. Ama genel durum böyle. Bazı politikacılarımız, yıllarca yanlışı yapar, sonra kalkar bir konuda bir kere doğru söyleyerek kendini af ettirmeye çalışıyor. Halbuki bir kere olsun doğru söylemekten bir kere olsun doğru iş yapmak daha önemlidir.
Politika tarihimizde bu söylediklerimizin örnekleri pek çoktur. Biz sadece IMF'yi baştacı edip, sonra da kıyıda köşede seçmelerine doğruyu konuşanlardan iki örnek sunmak istiyoruz. Mesela Mesut Yılmaz, bir keresinde şöyle demişti: "IMF'nin reel sektör diye bir derdi yok. Türkiye'nin milli gelirinin hangi düzeyde olacağı gibi bir derdi de yok. Bir tek derdi var: Türkiye'ye verilmiş olan kredilerin geri dönmesini sağlamak. Bunu ölçebileceği tek kriterde faiz dışı fazla. Eğer Türkiye bütçesinde faiz dışı fazla veriyorsa yıllık borç ödeme kabiliyeti devam ediyor demektir. Bu sözleri söyleyen birisine madem ki öyle, niye İMF ile çalışıyorsunuz. Bir dediğini iki etmiyorsunuz. diye sormazlar mı? Sorarlar fakat cevap bin dereden su getirmek gibi olur. Laflar evirilip çevirilip sonuç aynı kalır değişmez.
Bunu yalnızca Mesut Yılmaz mı yaptı? Hayır, Başbakan Tayyip Erdoğan da aynı yolda. O da aynı taktiği uyguluyor. IMF'den vazgeçmeyen, vazgeçmeyi de düşünmeyen Başbakan, 15 Kasım 2003 tarihinde Rize Ticaret odası açılışında yaptığı konuşmada kamudaki kuruluşların "nasıl olsa devlet zararı öder" mantığında olduğunu belirterek şunları demişti:
"Böyle düşünüldüğü için 56 milyar dolar zarar oluşuyor. Bunun 22 milyar doları batık bankalara, geri kalanı ise görev zararlarına ödeniyor. Sonra 1 milyar dolar için sıraya giriyoruz. IMF'ye "ne olur 1 milyar dolar ver" deniliyor. IMF sadece kredi vermeyecek, ülkenin geleceğine de hükmedecek." Bu tespitleri yapan bir Başbakan'dan millet neyi bekler? Söylediklerini hayata geçirmeyi beklemez mi? Ama maalesef, Başbakan böyle yapmadı, yapmıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'da IMF'ciler gibi yaparak ülkeyi daha bağımlı hale getirmektedir. Bu uygulamalar sonucu ülkenin içine düştüğü hali, Milliyet Gazetesi'nden Melih Aşık, 4 Mayıs 2004 tarihli yazısında şöyle anlatıyor: "Bir ülke ki... Kendi halkını ilgilendiren ekonomik ve siyasal kararları kendi alamıyor. Ekonomide IMF'nin, siyasette ABD ve AB'nin talimatlarıyla hareket ediyor Bir ülke ki...
Başbakan'nı Irak'a asker göndermezsek, Amerika bir günde ekonomimizi çökertir, memur maaşlarını bile ödemeyiz" diyerek kendi parlamentosunu tehdit ediyor.
Böyle bir durumu Türk milletinin hangi ferdi onaylar ve içine sindirir? Bu hale düşmemek için İstiklal mücadelesi vermedik ki? Peki ne oldu, ne değişti ki, bu haldeyiz? Bu soruların cevaplarını bulmak zorundayız. Aksi halde bağımlılığımız giderek artacaktır.
Aslında, ülkenin ekonomisini IMF'ye teslim etmek, bağımsızlığımızı devretmekle eş anlamlıdır. Nitekim, koca bir devleti böyle bir yanlışı yaparak tarihe gömdük. Atatürk, bu durumu 1923 yılında şöyle izah etmişti; "Tarih milletlerin yükselme ve alçalma sebeplerini ararken birçok siyasi, askeri içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler içtimai hadiseler üzerinde tesir yaparlar. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, alçalışıyla alakası olan münasebetli olan, milletin iktisadıyatıdır. Tarihin ve tecrübelerin tespit ettiği bu hakikat Türk tarihi tetkik olunursa, bütün yükseliş ve alçalış sebeplerinin bir iktisad meselesinden başka birşey olmadığı anlaşılır." Bu tespitlerden anlaşılan o ki, IMF ile ilişkiler, hayati önem arz ediyor. Öyleyse bu ilişkilerde samimi olunmalı. Yanlışları yapıp, sonra da doğruları söyleyerek milleti aldatacağını zannedenler kendilerini aldatıyorlar. Bunu çok iyi bilsinler...
Politika tarihimizde bu söylediklerimizin örnekleri pek çoktur. Biz sadece IMF'yi baştacı edip, sonra da kıyıda köşede seçmelerine doğruyu konuşanlardan iki örnek sunmak istiyoruz. Mesela Mesut Yılmaz, bir keresinde şöyle demişti: "IMF'nin reel sektör diye bir derdi yok. Türkiye'nin milli gelirinin hangi düzeyde olacağı gibi bir derdi de yok. Bir tek derdi var: Türkiye'ye verilmiş olan kredilerin geri dönmesini sağlamak. Bunu ölçebileceği tek kriterde faiz dışı fazla. Eğer Türkiye bütçesinde faiz dışı fazla veriyorsa yıllık borç ödeme kabiliyeti devam ediyor demektir. Bu sözleri söyleyen birisine madem ki öyle, niye İMF ile çalışıyorsunuz. Bir dediğini iki etmiyorsunuz. diye sormazlar mı? Sorarlar fakat cevap bin dereden su getirmek gibi olur. Laflar evirilip çevirilip sonuç aynı kalır değişmez.
Bunu yalnızca Mesut Yılmaz mı yaptı? Hayır, Başbakan Tayyip Erdoğan da aynı yolda. O da aynı taktiği uyguluyor. IMF'den vazgeçmeyen, vazgeçmeyi de düşünmeyen Başbakan, 15 Kasım 2003 tarihinde Rize Ticaret odası açılışında yaptığı konuşmada kamudaki kuruluşların "nasıl olsa devlet zararı öder" mantığında olduğunu belirterek şunları demişti:
"Böyle düşünüldüğü için 56 milyar dolar zarar oluşuyor. Bunun 22 milyar doları batık bankalara, geri kalanı ise görev zararlarına ödeniyor. Sonra 1 milyar dolar için sıraya giriyoruz. IMF'ye "ne olur 1 milyar dolar ver" deniliyor. IMF sadece kredi vermeyecek, ülkenin geleceğine de hükmedecek." Bu tespitleri yapan bir Başbakan'dan millet neyi bekler? Söylediklerini hayata geçirmeyi beklemez mi? Ama maalesef, Başbakan böyle yapmadı, yapmıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'da IMF'ciler gibi yaparak ülkeyi daha bağımlı hale getirmektedir. Bu uygulamalar sonucu ülkenin içine düştüğü hali, Milliyet Gazetesi'nden Melih Aşık, 4 Mayıs 2004 tarihli yazısında şöyle anlatıyor: "Bir ülke ki... Kendi halkını ilgilendiren ekonomik ve siyasal kararları kendi alamıyor. Ekonomide IMF'nin, siyasette ABD ve AB'nin talimatlarıyla hareket ediyor Bir ülke ki...
Başbakan'nı Irak'a asker göndermezsek, Amerika bir günde ekonomimizi çökertir, memur maaşlarını bile ödemeyiz" diyerek kendi parlamentosunu tehdit ediyor.
Böyle bir durumu Türk milletinin hangi ferdi onaylar ve içine sindirir? Bu hale düşmemek için İstiklal mücadelesi vermedik ki? Peki ne oldu, ne değişti ki, bu haldeyiz? Bu soruların cevaplarını bulmak zorundayız. Aksi halde bağımlılığımız giderek artacaktır.
Aslında, ülkenin ekonomisini IMF'ye teslim etmek, bağımsızlığımızı devretmekle eş anlamlıdır. Nitekim, koca bir devleti böyle bir yanlışı yaparak tarihe gömdük. Atatürk, bu durumu 1923 yılında şöyle izah etmişti; "Tarih milletlerin yükselme ve alçalma sebeplerini ararken birçok siyasi, askeri içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler içtimai hadiseler üzerinde tesir yaparlar. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, alçalışıyla alakası olan münasebetli olan, milletin iktisadıyatıdır. Tarihin ve tecrübelerin tespit ettiği bu hakikat Türk tarihi tetkik olunursa, bütün yükseliş ve alçalış sebeplerinin bir iktisad meselesinden başka birşey olmadığı anlaşılır." Bu tespitlerden anlaşılan o ki, IMF ile ilişkiler, hayati önem arz ediyor. Öyleyse bu ilişkilerde samimi olunmalı. Yanlışları yapıp, sonra da doğruları söyleyerek milleti aldatacağını zannedenler kendilerini aldatıyorlar. Bunu çok iyi bilsinler...
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018