Yakîn
“Ey Allah’a iman edenler! O’nu, tevhidini, isim ve sıfatlarının mükemmelliğini layıkı veçhiyle, gerçek bir mârifetle tanıyanlar! Sizin imanınızın ve irfanınızın gereği O’nun zikrine devam etmektir
01.12.2024 18:30:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
"Geylani Tefsiri" adlı eserde, Ahzab Sûresi 41 ve 42. âyetlerin tefsiri şu şekilde yapılır: "Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin."
"Ey Allah'a iman edenler! O'nu, tevhidini, isim ve sıfatlarının mükemmelliğini layıkı veçhiyle, gerçek bir mârifetle tanıyanlar! Sizin imanınızın ve irfanınızın gereği O'nun zikrine devam etmektir.
Öyleyse bir olan, tek olan, yegâne olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bütün kemâl vasıflarıyla muttasıf olan ve sayıya, adede sığmayan sonsuz güzel isimlerin hepsini kendinde toplayan Allah'ı çokça anın. O'nu bütün hâl ve vakitlerinizi kaplayacak şekilde anın. İlme'l-yakîn mertebesinden ayne'l-yakîn mertebesine ulaşmak için O'nun zikriyle çokça meşgul olun."
"Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin."
Yani, ayne'l-yakîn mertebesinden de hakka'l-yakîn mertebesine yükselmeyi arzu ederek, O'nu, O'nun şânına layık olmayan imkan vasıflarının ve hudus gereklerinin tanımından gece gündüz bütün anlarınızda münezzeh kılın.
Ey mü'minler! Lutuf ve ihsanda bulunana şükretmek aklen ve şer'an vacip olduğu hâlde nasıl olur da O'nu zikretmez ve tesbih etmezsiniz."
Yakînin sözlük anlamı, kesin olarak bilme, şüphe duyulmayan bilgi, şüpheyi kaldırmadır.
Fiil olarak kullanıldığında, onunla ilgili emin, kuşkusuz idi ya da hâle geldi anlamındadır. Yakîn, hükmün sebatıyla birlikte anlayışın sükûn bulmasıdır.
Yakîn kelimesi; ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn olarak kullanılır.
İlme'l-yakîn, kesin bir tarzda bilmektir.
Ayne'l-yakîn, gözle görüp bilmektir.
Hakka'l-yakîn yani Cenâb-ı Hakk'ı gözle görür gibi tanıma ve müşahade etme derecesidir.
Bu makamda seçkin kullara dünyada birtakım mânevî parıltılar ve işaretler olur. Bu, müşahade nurunun, ârifin bütün varlığına sirâyet etmesidir. Öyle ki, o nurdan ârifin ruhu, kalbi, nefsi ve hatta kalıbı dahi payını alır. Bu bahsedilen durum, vuslat derecelerinin en yükseğidir.
Doğru itikad ve ilim kalbi sarınca, orada kendilerine ters ve karşı bir şey yoksa kalpte mârifet meydana getirirler. Bu mârifete yakîn denir.
Çünkü yakînin hakikati, çalışarak mücahade ile elde edilen ilmin safi (temiz) hâlidir. Bu ilim öyle bir dereceye ulaşır ki, aksi düşünülmeyen zaruri ilim gibi olur. Bu ilmi elde eden kalp, dinin, dünya ve âhiretle ilgili haber verdiği her şeyin iç yüzünü müşahade eder, hakikatini anlar. Bu hâle gelen kulun imanı doruk noktadadır.
Abdullah bin Mes'ûd der ki: "Sabır imanın yarısı, yakîn ise imanın tümüdür."
Yakîni en güzel şekilde Ebu Ca'fer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) tarif etmiştir: Yûnus rivâyet eder:
Ebu'l-Hasan er-Rızâ'ya (Ali b. Mûsâ aleyhisselâm) iman ve İslam ile ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: Ebu Ca'fer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) şöyle dedi: "Din İslam'dır. İman ise ondan bir derece yukarıdadır. Takvada imandan bir derece yukarıdadır. Yakîn ise takvadan bir derece yukarıdadır. İnsanlar arasında yakînden daha az bir şey paylaştırılmış değildir."
Dedim ki: "Yakîn nedir?"
Şöyle buyurdu: "Yakîn Allah'a tevekkül etmek (Allah'a güvenip dayanmak), Allah'a teslim olmak, Allah'ın kazasına (hükmüne) rıza göstermek, işleri Allah'a havale etmektir." "Bunun açıklaması nedir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ebu Ca'fer bu kadarını söyledi."
Yakîn hâlini elde etmek için Hz. Âdem de dua etmiştir: Âişe'den (radiyallahu anhâ) "Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
"Allah, Âdem'i yeryüzüne indirdiği zaman Kâbe'ye doğru durdu ve iki rekât namaz kıldı. Allah ona şu duayı ilham etti:
'Allah'ım! Sen benim gizlimi ve açığımı biliyorsun. Mazeretimi kabul et! Hâcetimi biliyorsun, dileğimi ver! İçimdekini de biliyorsun, günahımı bağışla!
Allah'ım! Senden kalbimi dolduracak iman, sâdık bir yakîn dilerim, ki böylece benim için yazıp takdir ettiğin şeyin isabet edeceğini bileyim. Benim için taksim ettiğin şeye de razı olayım.'
Allah, ona şunu vahyetti: Ey Âdem! Tevbeni kabul ettim, günahını bağışladım. Önemli bir işinde kim bu duayı ederse onu mutlaka kabul ederim, onu bağışlarım ve ona kâfi gelirim. Şeytan'ı ondan uzaklaştırırım. Her tacirin ardından onu kazançlı kılarım. Dünya ona ister istemez yönelir."
İbn Ömer'den, "Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve âlihi) ashabına şu duayı etmeden, bir meclisten kalktığı az görülürdü:
"Allah'ım! Sana karşı işlenecek günahlarla aramızda perde olacak korkundan, bizi Cennet'ine ulaştıracak taatından, dünya musibetlerine tahammülü kolaylaştıracak olan yakînden bir parça bize nasip et!
Bizi yaşattıkça, kulaklarımız, gözlerimiz ve gücümüzden bizi faydalandır! Aynı şeyi gelecek olan soyumuza da nasip et! Bize zulmedenlere karşı intikamımızı aldır! Düşmanlarımıza karşı bize yardım et! Musibetimizi dinimizde kılma! Dünyayı en büyük gayemiz eyleme! İlmimizi de onunla sınırlandırma! Bize acımayanları üzerimize musallat etme!"
Peygamberler bu şekilde dua etmişlerdir. Çünkü yakîn imanın doruk noktası, Allah'tan razı olmanın en üst seviyede yaşandığı hâli, kulun O'na her şeyiyle teslim olduğu gerçek mânâda tevekkül ettiği hâldir.
Bu imanın doruk noktasına Hakk'ın sevdiği, seçtiği O'nu çokça zikreden kullar erişebilir. "Geylani Tefsiri" adlı eserde, Ahzab Sûresi 41 ve 42. âyetlerinin tefsirinde de beyan edildiği şekilde bu hâle Allah'ı çokça zikretmekle ulaşılır.
Arş'ın gölgesinde gölgelenmek Cenâb-ı Hakk'a en yakın olunan makamdır. Bir hadis-i şerifte, Cenâb-ı Hakk tarafından Arş'ın gölgesinde gölgelendirilen yedi bölükten birinin Allah'ı zikredenler olduğu bildirilmiştir.
Ebû Hureyre rivâyet etmiştir: "Yedi bölük insan vardır ki, Allah onları hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, Arş'ın gölgesinde gölgelendirir. O yedi bölük şunlardır: Âdil devlet başkanı, Allah'a ibâdet ederek büyüyen genç, kalbi mescidlere bağlı kimse, Allah için sevişen ve bu sevgi ile buluşup ayrılan iki kişi, güzel bir kadın tarafından çağrıldığı hâlde, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek bu teklifi reddeden kimse, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar verdiği sadakayı gizli tutan kimse ve tenha yerde Allah'ı zikrederek gözleri yaşla dolan kimse."
Yakîn hâline erişen insan-ı kâmilin her hâli, yemesi-içmesi bile ibâdettir. Bunlardan sevap kazanır.
Ebu Derda diyor ki: "Akıllı adamların yemeleri de, uykuları da güzeldir. Ahmakların oruçları da, uykusuzlukları da bir anlam taşımaz. Yakîn ve takva sahiplerinin bir zerrecik ibâdeti, ahmakların dağlar kadar ibâdetinden daha değerli ve daha üstündür."
Onun için, Cenâb-ı Hakk'ı hakka'lyakîn müşahade eden kullarıyla beraber olmalı, onlardan ayrılmamalı, onların hâlleriyle hâllenmeli..." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
"Ey Allah'a iman edenler! O'nu, tevhidini, isim ve sıfatlarının mükemmelliğini layıkı veçhiyle, gerçek bir mârifetle tanıyanlar! Sizin imanınızın ve irfanınızın gereği O'nun zikrine devam etmektir.
Öyleyse bir olan, tek olan, yegâne olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bütün kemâl vasıflarıyla muttasıf olan ve sayıya, adede sığmayan sonsuz güzel isimlerin hepsini kendinde toplayan Allah'ı çokça anın. O'nu bütün hâl ve vakitlerinizi kaplayacak şekilde anın. İlme'l-yakîn mertebesinden ayne'l-yakîn mertebesine ulaşmak için O'nun zikriyle çokça meşgul olun."
"Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin."
Yani, ayne'l-yakîn mertebesinden de hakka'l-yakîn mertebesine yükselmeyi arzu ederek, O'nu, O'nun şânına layık olmayan imkan vasıflarının ve hudus gereklerinin tanımından gece gündüz bütün anlarınızda münezzeh kılın.
Ey mü'minler! Lutuf ve ihsanda bulunana şükretmek aklen ve şer'an vacip olduğu hâlde nasıl olur da O'nu zikretmez ve tesbih etmezsiniz."
Yakînin sözlük anlamı, kesin olarak bilme, şüphe duyulmayan bilgi, şüpheyi kaldırmadır.
Fiil olarak kullanıldığında, onunla ilgili emin, kuşkusuz idi ya da hâle geldi anlamındadır. Yakîn, hükmün sebatıyla birlikte anlayışın sükûn bulmasıdır.
Yakîn kelimesi; ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn olarak kullanılır.
İlme'l-yakîn, kesin bir tarzda bilmektir.
Ayne'l-yakîn, gözle görüp bilmektir.
Hakka'l-yakîn yani Cenâb-ı Hakk'ı gözle görür gibi tanıma ve müşahade etme derecesidir.
Bu makamda seçkin kullara dünyada birtakım mânevî parıltılar ve işaretler olur. Bu, müşahade nurunun, ârifin bütün varlığına sirâyet etmesidir. Öyle ki, o nurdan ârifin ruhu, kalbi, nefsi ve hatta kalıbı dahi payını alır. Bu bahsedilen durum, vuslat derecelerinin en yükseğidir.
Doğru itikad ve ilim kalbi sarınca, orada kendilerine ters ve karşı bir şey yoksa kalpte mârifet meydana getirirler. Bu mârifete yakîn denir.
Çünkü yakînin hakikati, çalışarak mücahade ile elde edilen ilmin safi (temiz) hâlidir. Bu ilim öyle bir dereceye ulaşır ki, aksi düşünülmeyen zaruri ilim gibi olur. Bu ilmi elde eden kalp, dinin, dünya ve âhiretle ilgili haber verdiği her şeyin iç yüzünü müşahade eder, hakikatini anlar. Bu hâle gelen kulun imanı doruk noktadadır.
Abdullah bin Mes'ûd der ki: "Sabır imanın yarısı, yakîn ise imanın tümüdür."
Yakîni en güzel şekilde Ebu Ca'fer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) tarif etmiştir: Yûnus rivâyet eder:
Ebu'l-Hasan er-Rızâ'ya (Ali b. Mûsâ aleyhisselâm) iman ve İslam ile ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: Ebu Ca'fer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) şöyle dedi: "Din İslam'dır. İman ise ondan bir derece yukarıdadır. Takvada imandan bir derece yukarıdadır. Yakîn ise takvadan bir derece yukarıdadır. İnsanlar arasında yakînden daha az bir şey paylaştırılmış değildir."
Dedim ki: "Yakîn nedir?"
Şöyle buyurdu: "Yakîn Allah'a tevekkül etmek (Allah'a güvenip dayanmak), Allah'a teslim olmak, Allah'ın kazasına (hükmüne) rıza göstermek, işleri Allah'a havale etmektir." "Bunun açıklaması nedir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ebu Ca'fer bu kadarını söyledi."
Yakîn hâlini elde etmek için Hz. Âdem de dua etmiştir: Âişe'den (radiyallahu anhâ) "Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
"Allah, Âdem'i yeryüzüne indirdiği zaman Kâbe'ye doğru durdu ve iki rekât namaz kıldı. Allah ona şu duayı ilham etti:
'Allah'ım! Sen benim gizlimi ve açığımı biliyorsun. Mazeretimi kabul et! Hâcetimi biliyorsun, dileğimi ver! İçimdekini de biliyorsun, günahımı bağışla!
Allah'ım! Senden kalbimi dolduracak iman, sâdık bir yakîn dilerim, ki böylece benim için yazıp takdir ettiğin şeyin isabet edeceğini bileyim. Benim için taksim ettiğin şeye de razı olayım.'
Allah, ona şunu vahyetti: Ey Âdem! Tevbeni kabul ettim, günahını bağışladım. Önemli bir işinde kim bu duayı ederse onu mutlaka kabul ederim, onu bağışlarım ve ona kâfi gelirim. Şeytan'ı ondan uzaklaştırırım. Her tacirin ardından onu kazançlı kılarım. Dünya ona ister istemez yönelir."
İbn Ömer'den, "Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve âlihi) ashabına şu duayı etmeden, bir meclisten kalktığı az görülürdü:
"Allah'ım! Sana karşı işlenecek günahlarla aramızda perde olacak korkundan, bizi Cennet'ine ulaştıracak taatından, dünya musibetlerine tahammülü kolaylaştıracak olan yakînden bir parça bize nasip et!
Bizi yaşattıkça, kulaklarımız, gözlerimiz ve gücümüzden bizi faydalandır! Aynı şeyi gelecek olan soyumuza da nasip et! Bize zulmedenlere karşı intikamımızı aldır! Düşmanlarımıza karşı bize yardım et! Musibetimizi dinimizde kılma! Dünyayı en büyük gayemiz eyleme! İlmimizi de onunla sınırlandırma! Bize acımayanları üzerimize musallat etme!"
Peygamberler bu şekilde dua etmişlerdir. Çünkü yakîn imanın doruk noktası, Allah'tan razı olmanın en üst seviyede yaşandığı hâli, kulun O'na her şeyiyle teslim olduğu gerçek mânâda tevekkül ettiği hâldir.
Bu imanın doruk noktasına Hakk'ın sevdiği, seçtiği O'nu çokça zikreden kullar erişebilir. "Geylani Tefsiri" adlı eserde, Ahzab Sûresi 41 ve 42. âyetlerinin tefsirinde de beyan edildiği şekilde bu hâle Allah'ı çokça zikretmekle ulaşılır.
Arş'ın gölgesinde gölgelenmek Cenâb-ı Hakk'a en yakın olunan makamdır. Bir hadis-i şerifte, Cenâb-ı Hakk tarafından Arş'ın gölgesinde gölgelendirilen yedi bölükten birinin Allah'ı zikredenler olduğu bildirilmiştir.
Ebû Hureyre rivâyet etmiştir: "Yedi bölük insan vardır ki, Allah onları hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, Arş'ın gölgesinde gölgelendirir. O yedi bölük şunlardır: Âdil devlet başkanı, Allah'a ibâdet ederek büyüyen genç, kalbi mescidlere bağlı kimse, Allah için sevişen ve bu sevgi ile buluşup ayrılan iki kişi, güzel bir kadın tarafından çağrıldığı hâlde, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek bu teklifi reddeden kimse, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar verdiği sadakayı gizli tutan kimse ve tenha yerde Allah'ı zikrederek gözleri yaşla dolan kimse."
Yakîn hâline erişen insan-ı kâmilin her hâli, yemesi-içmesi bile ibâdettir. Bunlardan sevap kazanır.
Ebu Derda diyor ki: "Akıllı adamların yemeleri de, uykuları da güzeldir. Ahmakların oruçları da, uykusuzlukları da bir anlam taşımaz. Yakîn ve takva sahiplerinin bir zerrecik ibâdeti, ahmakların dağlar kadar ibâdetinden daha değerli ve daha üstündür."
Onun için, Cenâb-ı Hakk'ı hakka'lyakîn müşahade eden kullarıyla beraber olmalı, onlardan ayrılmamalı, onların hâlleriyle hâllenmeli..." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)