Yol kenarında el açıp, kucağında battaniyeye sarılmış bebeği ile dilenenleri gördükçe içim acır; bu manzarayı yaratan ve yararlananlara kızmadan edemem… Bir annenin çocuğunu bağrına basıp onu soğuktan ve bir tehlikeden korumasındaki içtenlik, fedakârlık ve oluşan manzarayı asla yadsıyamazsınız. Bir babanın çocuğunu kucaklamasına taşıma amacı dışında hiç rastlamamışımdır. Benim babam belki biraz farklı idi. Daha sevecen ve sıcakkanlı idi. Kimin ne düşüneceğine aldırmazdı… Belli bir yaşa gelene kadar ona sarılmayı ve bizi uyutmasını severdim.
Biz ana baba kokusunu duyumsayarak büyüyen bir nesil olduk. Onların sevgisini ve korumasını hep hissettik…
Bize her zaman sıcak bir yuva sundular. Soframız hiç boş kalmadı. En yoksul veya zor günlerimizde bile bize bunu hissettirmediler. Hele hele sobamız hiç sönmedi…
Aradan geçen yıllar sonrası okuduğum şu satırlar hep aklıma gelir;
"Çocukluğumuzda okula gitmek, sobanın sıcaklığını hissetmek, kurusun diye eldivenlerimizi ve beremizi sıra demirlerine asmak başlıca mutluluğumuzdu. Akşam eve döndüğümüzde büyüklerin gelmesini ve sobayı yakmalarını bekler; bir battaniyeye sarınır pencereden yağan kar veya yağmuru seyrederdik.
Genellikle karnımız aç olurdu. Soba yandığında ilk işimiz dolaptan ekmeği çıkartır, sobanın üzerinde kızartır, üzerine biraz yağ sürer, tuz eker açlığımızı bastırırdık.
Çünkü o zamanlar da peynir ve zeytin lükstü. Annem çorbayı ısıtır, yer sofrasına sıralanırdık… Bir sofrada tek bir karavana ve beş kaşık… Ortada koca bir kase çorba… Ekmeğimizi katık eder, eğer varsa birkaç dilim soğandan payımıza düşeni alırdık. Ana yemek öncesi açlığımızı bastırır, sonra mevsimine göre pişirilen sebzeleri yerdik. Sonra soba geçmeden erkenden yatar, üşümemek için uyurduk. Bu nedenle oldum olası kış mevsimini sevmemişimdir."
***
Birçok arkadaşım okulda aynen anlatılan durumdaydı. Öğlenleri okul kantininde fakir öğrenci yemeği çıkardı. İki kapla sınırlı olan yemeği biz para ile fiş karşılığı alırdık. Ekmeğimiz sınırlı verilirdi. Buna rağmen yarısını yemeğin durumuna arkadaşlarımız ile bölüşürdük. O zamanlar paylaşmak farklı idi.
Kar yağışının ardından bütün çocuklar gibi sokağa çıkıp kardan adam yapmak, kartopu savaşlarına katılmak bir gelenekti. Mosmor olur, soğuk yanığı dediğimiz; ellerimizin üstü hışır hışır çatlardı. Genellikle sıkılmış limon ile ovardık. Cayır cayır yanar ancak ertesi güne izi kalmazdı.
O zamanlar bile aklımızda donarak ölmek, soğuktan etkilenmek medeniyet kuralları ile pek bağdaşmıyordu.
Her ne kadar büyük kentlerde, çok katlı binalarda, merkezi ısıtma sistemleri ile ısınmak veya doğal gazın rahatlığına sığınıp kombili evlerde yaşamak son derece yaygınlaşsa da, sobalı evler kırsalda oldukça revaçta. Pek çok kimse odun ve kömür sobası kullanıyor.
Pek çok kimse, kış geldi mi camın üst kısmından çıkarılan; kuşlu döner başlıklı dirsekleri, odanın bir köşesine yığılmış odunla ısınan sobaları hatırlamazlar.
Depremlerde oturulmaması istenen binalardan çıkıp, çadır veya konteynırlara sığınanların nasıl bir şok yaşadıklarını takdirlerinize bırakıyorum.
***
Şimdi doğal gazla ısınan evler oldukça endişeli. "Genelde gazı bulabilecek miyiz diye düşünmenin yanı sıra bulsak da gelecek faturaları ödeyebilecek miyiz?" diye endişe duyuyor.
Bizim gibi kışı uzun ve sert geçen yerlerde insanlara çeşitli alternatifler sunmak gerekiyor.
Bu yaştan sonra sıcak bir ana kucağı bulamayacağımıza göre, mevcudu iyileştirmek, vatandaşı rahatlatmak gerekiyor.
Özellikle soğukla mücadele edecek tedbirleri sık sık hatırlatarak…
Bu da elbette "akıllı ve akılcı politikalar" ile mümkün olabilecek…
- Haydar Hoca'yı hatırlarken… / 06.08.2024
- Kıyılarda sorun büyük… / 05.08.2024
- Bir kral, bir prenses ve bir Demir Leydi / 28.07.2024
- Koca Nazım… / 04.06.2024
- Bizim 19 Mayıslarımız… / 19.05.2024
- Helallik / 14.05.2024
- Gerçek… / 18.01.2024
- Gözyaşı… / 27.12.2023
- Yazmak, yaşamaktır… / 23.12.2023