Geçtiğimiz hafta sonu TYT-AYT sınavları yapıldı. Bu sınavlar her yıl tartışılır ama bu yılki kadar da hiç tartışılmadı sanırım. Gerçekten bu dönemki öğrenciler şanssız bir süreç yaşadılar. Önce pandemiden dolayı okulların ve dershanelerin kapanması ve evde kendi kendilerine çalışmak zorunda kalmaları, ardından sınav tarihinin aceleyle ileri alınması sonucu oluşan rehavet, bir yandan kendisi ya da ailesine COVID-19 teşhisi konulup hastalıkla mücadele edenler, hasta olur muyum korkusu yaşayanlar. Ardından sınav tarihinin tekrar geri alınması ile oluşan moral çöküntüsü, sonra en azından bazı konular sınav kapsamından çıkarıldı ve TYT'de yarım saat fazladan süre verilecek diye hissedilen avuntu.
Diğer taraftan sınava Haziran sıcağında maskeli girecek olmanın tedirginliği. Az değil, iki buçuk milyon genç girdi sınava. Aileleriyle beraber ortalama on milyon insanımızı etkileyen bir süreçten bahsediyoruz. O çocukların içinde de astımlısı var, diyabetlisi var. Bunlar için ayrıca riskti sınav ortamı. Ama öyle ya da böyle geçti. Ancak hala tartışılıyor...
TYT sınavında yarım saat fazla süre verildi. Güya mağduriyeti telafi etmek içindi bu süre. Ancak özellikle Türkçe testindeki paragraf soruları öyle bir hazırlanmış ki son derece uzun ve çeldiricisi yüksek sorulardan oluşuyor. Birçok öğrencinin hatta branş öğretmenlerinin de belirttiği üzere bir kez okuyup anlamak, şıkları algılayıp ayırt edip doğru şıkka karar vermek öyle 1-2 dakikada olacak gibi değil. Matematik ve fen soruları çok zor olmamakla birlikte özellikle matematikteki problem soruları uğraştırıcı ve işlemleri uzun süren sorulardı. Heyecan faktörünü de eklediğimizde verilen süre içerisinde yapılması gerçekten zordu.
AYT sınavında sorular oldukça kaliteli ve ayırt ediciliği yüksek sorulardı. Yine en zorlanılacak ve vakit kaybedilecek bölüm edebiyat testiydi. Çünkü çok fazla divan edebiyatı ağırlıklı ve öğrencilerin çok da alışık olmadıkları tarzda sorular vardı. Çoğu öğrencinin sınava Türkçe ve edebiyat testlerinden başladıklarını düşünürsek buradaki zorlanma, yorulma ve moral bozukluğunun diğer testlere de yansımasının kaçınılmaz olduğu aşikardır.
Denilebilir ki öğrencilerin bir şekilde elenmesi lazım. İki buçuk milyon öğrenci giriyor sınava ve sadece sekiz yüz bin civarı öğrenci herhangi bir yüksek öğrenim kurumuna yerleşebiliyor. Böyle bakıldığında doğru gibi gelebilir ama bu durum kaçınılmaz mı ki? Değişemez mi? Öğrencileri kurbanlık koyun gibi sınava göndermeye daha ne kadar devam edeceğiz?
Bu sorunun cevabına gelmeden önce şunu da soralım: Tamam, ayırt ediciliği yüksek, aslında Milli Eğitim Bakanlığı'nın internet sitesinde yayınladığı MEB Kazanım Testlerinin çok da benzeri olan sorulardan oluşan bir sınav yaptık.
Peki, bu soruları sormaya ne kadar hakkımız var? Başka bir deyişle biz çocuklarımıza bunları ne kadar öğrettik ki şimdi geribildirim istiyoruz? Elbette ki ferdi başarılar çıkacaktır. Belki tüm soruları doğru cevaplamış birkaç öğrenci de çıkabilir. Ama ölçü bu ferdi başarılar mıdır? Yoksa genel başarı mıdır?
Her yıl sınav sonrası yayınlanan bilmem kaç yüz bin tane sıfır puan almış öğrenci, 40 soruda Türkiye başarı ortalamalarının birçok derste 5-6 gibi rakamlar olmasıdır konuşulması gereken. Bu sonuçlar gençlerin başarısızlığı değildir. Bizim ülke olarak eğitim alanındaki başarısızlığımızdır. Önce bunları konuşmak lazım.
Özel okullarda 8-10 kişilik sınıflarda ders görüp, hafta sonu dershaneye gidip, akşam da evine özel öğretmen gelen çocukları baz alamayız bu konuyu tartışırken. Hala 55-60 kişilik sınıfları olan okullar var İstanbul'da ve büyük şehirlerde. Çocuğa eğitim imkanı sağlamak sadece bedava ders kitabı dağıtmak mıdır? Zorunlu eğitim diye diye eğitim kalitesini düşürüp, herkese sınıf geçirmek midir?
Her köşe başına İmam Hatip Lisesi açıp, içlerini boş bırakıp, diğer tarafta meslek liselerinde sınıfların 50 kişi olması mıdır? Sonra o elli kişinin atölyelerde tek bir aletin başına toplanıp karşıdan bakması mıdır? Dolayısıyla meslek edinmek amacıyla geldiği okuldan bir şey öğrenemeyip, iş bulamayacağını anladığında kendisini üniversite sınavına girmek mecburiyetinde hissetmesi ama bir sürü bilgi ve imkan eksiği ile haksız rekabete maruz kalarak girdiği sınavdan mağlup çıkması mıdır?
Diğer taraftan okuması, kendini yetiştirmesi, görgüsünü, bilgisini arttırarak öğrencisine rol model olması gereken öğretmenin açlık sınırı ile yoksulluk sınırı arasında yaşaması mıdır? Bir diğer taraftan da hiç atanamayan ve işsizler ordusunda yerini alan öğretmenlerin atanmış ama zar zor geçinenlere gıpta etmesi midir? Onların yerine öğretmen açığını farklı bölümlerden mezun olan işsizlere aylık 1200 TL gibi cüzi ücretler vererek kapatmak mıdır?
Yoksa öğretmen liselerini kapatıp, açık öğretim fakültelerine bile öğretmenlik bölümü açmak mıdır? Dünyada çağdaş eğitim modelleri önümüzde dururken, başarıları ortadayken, o modelleri inceleyip kendi Türk genci modelimizi oluşturup, onu yetiştirmeye yönelik uyarlamalar yapmak gerekirken hala dostlar alışverişte görsün tarzı işlerle uğraşmak mıdır? Uygulama, proje adı altında ödevler verip velilere yaptırmak mıdır?
Bu soruları gazetenin bütün sütunlarını kaplayacak kadar uzatabilirim, inanın! Sonuç olarak üniversite sınavı sadece yanlış sistemin bir sonucudur. Sebepleri düzeltmeden bu sonucu ortadan kaldıramayız. Bu sebeplerden en önemli iki tanesi de önce bakış açısı -ki bağımsız, özgün, çağdaş, bilimsel ve Türk kültürüne uygun bir bakış açısı edinmektir mesele- sonra da ekonomi.
Öğretmeni iyi yetiştirmek, yeterli sayıda atama yapmak ve kendini yetiştirebileceği, insanca yaşayacağı şartları sağlamak. Yeterli sayıda ve donanımda, gerektiği kadar okullar açmak, sınıf mevcutlarını düşürerek her öğrencinin eğitim hakkından adaletli bir şekilde sonuna kadar faydalanmasını sağlamak. Her öğrencinin mezun olduğunda iş bulabilmesi ve hayatını insani şartlarda devam ettirebilmesi için gerekli imkanları sağlamak. Gençlerin üniversite okumak mecburiyetinde olmaması ancak üniversite okumak isteyen herkesin de sınav zorunluluğu yaşamadan bu imkana kavuşmasını sağlamak.
Bütün bunlar gerçekleştirildiğinde sınavları, soruları tartışmayız. Ülkemizin gerçekten geldiği yeri tartışırız, daha da iyi olması için yapılacak yenilikleri tartışırız. Bunun yolunu yıllardır söyledik aslında. Prof. Haydar Baş'ın Milli Ekonomi Modeli ve Sosyal Devlet Tezidir bunun yolu. Yine de söylemeye devam ediyoruz ki belki bir gün bizi duyarsınız...
- Üniversite sınavındaki sorunları değil sistemi tartışalım / 02.07.2020
- Kaynakların sınırsızlığı üzerine / 23.04.2020
- Artık kimse... / 18.04.2020
- Yetim kalmak / 03.04.2020
- #HayatMEMleevesığar / 30.03.2020
- Covid-19’a bir de buradan bakın-II / 26.03.2020
- Covid-19’a bir de buradan bakın / 25.03.2020
- Başkalarının acısına bakmak / 05.03.2020
- Coğrafya kader midir? / 03.03.2020