Türkiye'nin her bakımdan çok ciddi bir dönemden geçtiği hususunda hemen herkes hemfikir. En az bunun kadar ciddi bir başka gerçek daha var; o da, Türkiye'nin adeta rüzgarın önündeki yaprak gibi "olayların istediği tarafa savurduğu bir devlet" konumuna itilmiş olduğu... Millet, asıl bundan korkmaktadır.
Dış politik ahvalimizi şöylece bir gözünüzün önünden geçirin... Ekonomik serüvenimize hafızanızda şöyle bir resmi geçit yaptırın... Sosyal, siyasal, kültürel alanlardaki gelişmeleri akl-ı selim ile şöylece bir değerlendiriverin... Hangi alanlarda, ne kadar, bu milletin kendisinin sivil veya resmi inisiyatifi sözkonusu?
Pekçok insan, ülkemizin kuşatılmışlığını esefle mırıldanıyor.
Vakıa bu. Artık toplumun avam kesimi değil, bilakis kimi yerli entellerimiz yüksek sesle "bağımlı devlet" isteklerini haykırıyor. Bağımlı devlet kavramını yedirmek için de "bağımsız birey" ilavesi yapıyor. Yeter ki modern olsun, başkalarının güdümündeki "kapalı alanda zincirsiz esaret"i arzulayan böyle bir mantık, Türkiye'yi nerelere sürüklemez?
Bu iç erozyon, bu kimlik ve irade problemi, bu inisiyatifsizlik ve kuşatılmışlık çıplak gözle bile farkedilecek düzeyde bir vahamet arzediyor. Bütün bunlardan "kurtuluşun formülleri" üzerinde "devlet kafası yorması gerekenler"in maalesef kafaları yorgun. Bu yorgunluk, devletin kurumları arasında verimli fikir alış-verişini, köklü müzakereleri engellemektedir. Toplantıların bereketi, "resmiliğin rutini"nde kaybolmaktadır. Buna, "dışarıdan destekli siyasi ikbal arayışları"yla ma'lul politik kilitlenmişlik de eklenince; ülkemiz hayrına, milli menfaatlerimiz çerçevesinde düşünecek sağlam kafa bulmak zorlaşmaktadır.
Politikadaki uzun süreli bu tıkanmışlık ve bitmişlikle, toplum, siyasetten fersah fersah uzaklaşırken, dış baskılara karşı "son umut fânusü" kabilinden "askerimiz varoldukça..." teminatıyla rahat nefes almaya çalışmaktadır. O kadar... Ancak yakın dönemdeki dış politik, IMF güdümlü ekonomik ve AB eksenli politik gelişmeler, maşeri vicdanın özüne global rüzgarların bu "son umut fânusü"ne dalmaya çalıştığı korkusunu düşürdü. Böylece ulusal güvenlik meselesi, kamu vicdanında baş köşeye oturdu.
ABD'nin, "ulusal güvenliğini tehdit" ediyor gerekçesiyle kendi kapı komşumuz Irak üzerinde bile hesaplar yaparken, dört tarafı kem gözlerle çevrili Türkiye'nin hala "ulusal güvenlik" probleminin olmadığını söyleyebilmek, abesle iştigal değil de nedir?
Eğer Türkiye'nin bölgesel şartları ve jeostratejik konumu gerçekten akl-ı selimin öngörüleriyle masaya yatırılabilseydi, hiçbir idarecimizden veya aydınımızdan böyle bir beyan sadır olamazdı.
Bugün bu beyanların sadır olması bir yana, AB müktesebatı çerçevesinde asker sayımızın azaltılması sözkonusu ediliyor, "AB kriterleri"ne göre bir "askeri dizaynın yasal çalışmaları" kotarılıyor. Halbuki AB üyesi hiçbir devletin stratejik, jeopolitik ve jeokültürel konumu, bizimkisi ile yakından uzaktan benzerlik dahi arz etmemektedir. Sosyal dokumuzla uzaktan yakından alakası olmayan AB'nin "azınlık tanımlaması" da aynı şekilde ma'luldur. Bu bağlamda dayatılan AB kriterlerinin milletimizin geleceği bakımından faydalı olacağını söylemek zor, belki de imkansızdır.
Bütün bunlar değil maşeri vicdanın kanaati ve duyarlılığı, bir vehim bile olsa; üzerinde inceden inceye düşünülmesi gereken önemdedir. Dolayısıyla bugün Batının şartlama ve dayatmalarını bir süreliğine de olsa askıya alarak, her sahada milli çıkarlarımız çerçevesinde stratejiler oluşturmak, her alanda reel ve faydalı devlet politikaları üretmek kaçınılmazdır.
Ekonomide üretimi IMF'nin insafına, siyasette kafa yormayı Brüksel ve Washington'a, hukukta inisiyatifi Lahey'e terketmek, milletin en stratejik kurumlarının yanısıra sosyal dokusunun dizaynını Kopenhag şeflerinin aklına bırakmak, bugün değilse yarın milletin geleceğini şimdiden başkalarına devretmek demektir. Zira hayat boşluk tanımaz.
Tarihin asla affetmeyeceği böyle vahim bir sona doğru gitmemek için, problemlerimiz ve geleceğimiz üzerine hep beraber el-ele, gönül-gönüle vererek Kuvay-ı Milliye ruhuyla düşünmek, çalışmak, stratejiler geliştirmek ve üretmek zorundayız. Artık görüldü ki, problemlerimiz işbaşındaki partilerimizin boyunu aştı. Samimiyetle hasbihal etmek şart oldu. Bu bakımdan ülkemizin geleceğini garanti altına almanın bir "parti meselesi olması"nın ötesinde bir Kuvay-ı Milliye meselesi olduğunu anlamanın vakti geldi ve geçmek üzeredir. Prof. Dr. Haydar Baş beyin yeniden Kuvay-ı Milliye'deki ısrarı ve azmi bundandır.
Bu bağlamda Kuvay-ı Milliye ruhuyla kurulan Bağımsız Türkiye Partisi'ni, ilkeleriyle, söylemleriyle, programıyla, çözümleriyle, tüm partililerin partisi; sivil-asker, genç-ihtiyar, kadın-erkek tüm vatan evlatlarının partisi olarak görüyorum. Topyekün bir milletin bağımsızlık ve kurtuluş partisi olarak görüyorum. Millet de böyle görüyor.
Görene... Köre ne?
Dış politik ahvalimizi şöylece bir gözünüzün önünden geçirin... Ekonomik serüvenimize hafızanızda şöyle bir resmi geçit yaptırın... Sosyal, siyasal, kültürel alanlardaki gelişmeleri akl-ı selim ile şöylece bir değerlendiriverin... Hangi alanlarda, ne kadar, bu milletin kendisinin sivil veya resmi inisiyatifi sözkonusu?
Pekçok insan, ülkemizin kuşatılmışlığını esefle mırıldanıyor.
Vakıa bu. Artık toplumun avam kesimi değil, bilakis kimi yerli entellerimiz yüksek sesle "bağımlı devlet" isteklerini haykırıyor. Bağımlı devlet kavramını yedirmek için de "bağımsız birey" ilavesi yapıyor. Yeter ki modern olsun, başkalarının güdümündeki "kapalı alanda zincirsiz esaret"i arzulayan böyle bir mantık, Türkiye'yi nerelere sürüklemez?
Bu iç erozyon, bu kimlik ve irade problemi, bu inisiyatifsizlik ve kuşatılmışlık çıplak gözle bile farkedilecek düzeyde bir vahamet arzediyor. Bütün bunlardan "kurtuluşun formülleri" üzerinde "devlet kafası yorması gerekenler"in maalesef kafaları yorgun. Bu yorgunluk, devletin kurumları arasında verimli fikir alış-verişini, köklü müzakereleri engellemektedir. Toplantıların bereketi, "resmiliğin rutini"nde kaybolmaktadır. Buna, "dışarıdan destekli siyasi ikbal arayışları"yla ma'lul politik kilitlenmişlik de eklenince; ülkemiz hayrına, milli menfaatlerimiz çerçevesinde düşünecek sağlam kafa bulmak zorlaşmaktadır.
Politikadaki uzun süreli bu tıkanmışlık ve bitmişlikle, toplum, siyasetten fersah fersah uzaklaşırken, dış baskılara karşı "son umut fânusü" kabilinden "askerimiz varoldukça..." teminatıyla rahat nefes almaya çalışmaktadır. O kadar... Ancak yakın dönemdeki dış politik, IMF güdümlü ekonomik ve AB eksenli politik gelişmeler, maşeri vicdanın özüne global rüzgarların bu "son umut fânusü"ne dalmaya çalıştığı korkusunu düşürdü. Böylece ulusal güvenlik meselesi, kamu vicdanında baş köşeye oturdu.
ABD'nin, "ulusal güvenliğini tehdit" ediyor gerekçesiyle kendi kapı komşumuz Irak üzerinde bile hesaplar yaparken, dört tarafı kem gözlerle çevrili Türkiye'nin hala "ulusal güvenlik" probleminin olmadığını söyleyebilmek, abesle iştigal değil de nedir?
Eğer Türkiye'nin bölgesel şartları ve jeostratejik konumu gerçekten akl-ı selimin öngörüleriyle masaya yatırılabilseydi, hiçbir idarecimizden veya aydınımızdan böyle bir beyan sadır olamazdı.
Bugün bu beyanların sadır olması bir yana, AB müktesebatı çerçevesinde asker sayımızın azaltılması sözkonusu ediliyor, "AB kriterleri"ne göre bir "askeri dizaynın yasal çalışmaları" kotarılıyor. Halbuki AB üyesi hiçbir devletin stratejik, jeopolitik ve jeokültürel konumu, bizimkisi ile yakından uzaktan benzerlik dahi arz etmemektedir. Sosyal dokumuzla uzaktan yakından alakası olmayan AB'nin "azınlık tanımlaması" da aynı şekilde ma'luldur. Bu bağlamda dayatılan AB kriterlerinin milletimizin geleceği bakımından faydalı olacağını söylemek zor, belki de imkansızdır.
Bütün bunlar değil maşeri vicdanın kanaati ve duyarlılığı, bir vehim bile olsa; üzerinde inceden inceye düşünülmesi gereken önemdedir. Dolayısıyla bugün Batının şartlama ve dayatmalarını bir süreliğine de olsa askıya alarak, her sahada milli çıkarlarımız çerçevesinde stratejiler oluşturmak, her alanda reel ve faydalı devlet politikaları üretmek kaçınılmazdır.
Ekonomide üretimi IMF'nin insafına, siyasette kafa yormayı Brüksel ve Washington'a, hukukta inisiyatifi Lahey'e terketmek, milletin en stratejik kurumlarının yanısıra sosyal dokusunun dizaynını Kopenhag şeflerinin aklına bırakmak, bugün değilse yarın milletin geleceğini şimdiden başkalarına devretmek demektir. Zira hayat boşluk tanımaz.
Tarihin asla affetmeyeceği böyle vahim bir sona doğru gitmemek için, problemlerimiz ve geleceğimiz üzerine hep beraber el-ele, gönül-gönüle vererek Kuvay-ı Milliye ruhuyla düşünmek, çalışmak, stratejiler geliştirmek ve üretmek zorundayız. Artık görüldü ki, problemlerimiz işbaşındaki partilerimizin boyunu aştı. Samimiyetle hasbihal etmek şart oldu. Bu bakımdan ülkemizin geleceğini garanti altına almanın bir "parti meselesi olması"nın ötesinde bir Kuvay-ı Milliye meselesi olduğunu anlamanın vakti geldi ve geçmek üzeredir. Prof. Dr. Haydar Baş beyin yeniden Kuvay-ı Milliye'deki ısrarı ve azmi bundandır.
Bu bağlamda Kuvay-ı Milliye ruhuyla kurulan Bağımsız Türkiye Partisi'ni, ilkeleriyle, söylemleriyle, programıyla, çözümleriyle, tüm partililerin partisi; sivil-asker, genç-ihtiyar, kadın-erkek tüm vatan evlatlarının partisi olarak görüyorum. Topyekün bir milletin bağımsızlık ve kurtuluş partisi olarak görüyorum. Millet de böyle görüyor.
Görene... Köre ne?
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Misafir Kalem (K) / diğer yazıları
- Kongrelerden milli devlete bir iman mücadelesi / 25.07.2019
- İnsan bu kadar da ucuz değil! / 23.07.2019
- Amerika da Haydar Hoca'ya mahkûm / 22.07.2019
- İşsizliğin çok daha ağır faturaları var / 20.07.2019
- Sosyal patlamalara gebe kronik işsizlik / 17.07.2019
- Türkiye “hard currency”ye muhtaç değil / 13.07.2019
- İşçinin emeği ve sendikaların vebali / 11.07.2019
- Para, faiz ve MB Başkanı / 10.07.2019
- Çin’de-Maçin’de değil, kurtuluş içimizde / 08.07.2019
- Türkiye yeni çağa ayak uydurmalı / 07.07.2019
- İnsan bu kadar da ucuz değil! / 23.07.2019
- Amerika da Haydar Hoca'ya mahkûm / 22.07.2019
- İşsizliğin çok daha ağır faturaları var / 20.07.2019
- Sosyal patlamalara gebe kronik işsizlik / 17.07.2019
- Türkiye “hard currency”ye muhtaç değil / 13.07.2019
- İşçinin emeği ve sendikaların vebali / 11.07.2019
- Para, faiz ve MB Başkanı / 10.07.2019
- Çin’de-Maçin’de değil, kurtuluş içimizde / 08.07.2019
- Türkiye yeni çağa ayak uydurmalı / 07.07.2019