Liberalistler, oldum olası ekonomik planlardan nefret ederler. Onlara göre, ekonomik planlar, sosyalist anlayışın eseridir. Onun için ne teşvik edici, ne de yönlendirici planları kabul ederler. Varsa yoksa piyasa derler. Her şey piyasaya bırakılmalı. Halbuki bu anlayışın yanlışlığı ortadadır. Piyasa kusursuz işmeliyor ki, her şey piyasaya bırakılsın. Piyasa hep kısa vadeli hedeflere yönelir. Böyle bir yöneliş de, uzun vadede çok büyük kayıplara ve sorunlara yol açar.
Türkiye, plânlı kalkınmaya karar veren ve ilk uygulayan ülkelerden biridir. Öyle ki, Türkiye'de kalkınma planlarının hazırlanması anayasal bir zorunluluktur. Hatta bu iş için "Devlet Plânlama Teşkilatı" (DPT) kurulmuştur. Bir zamanlar devletin en gözde kurumu olan DPT'nin, son yıllarda sesi soluğu çıkmaz oldu. Devlete ve millete birçok hayırlı hizmetler sunmuş olan bu kurumu, bazıları, kanserli hücreye benzetiyor ve derhal lağvedilmesini istiyorlar. Ekonomik plânlara karşı çıkan bu kişiler, ekonomik programları şiddetle savunuyorlar. O zaman sormak gerek: Ekonomik plânlara karşı çıkıp, ekonomik programları savunmak bir çelişki değil mi? Plan, geniş anlamda izlencek yol veya davranış biçimi olduğuna göre, programdan daha elzem olmuyor mu?
Gerçek o ki, dünyanı en liberal ülkelerinde bile teşvik edici ve yönlendirci plânlar yapılmaktadır. Türkiye'ye gelince, anlayış birden bire değişiyor. Uzun vadeli planlar bırakılıyor, kısa vadeli programlar tercih ediliyor. Bir program başarısız olan, hemen yerine başka bir program devreye sokuluyor. Bu şekilde, sürekli kısa vadeli programlarla günü kurtarmaya çalıştık. Başka bir deyişle, ekonomide de, yaz boz anlayışı hakim oldu. Böyle olunca da halk, kısa vadeli programlara gönülden destek vermedi. Bu programları, geçici ve dönemsel hevesler olarak algıladı. Halbuki kalkınan ülkeler böyel bir yol takip etmediler. Onlar uzun vadeli planlar yaptılar. Bu planları halka kabul ettirdiler ve halkın desteğini aldılar. Halk, yöneticilerin nereye, nasıl gittiğini, neyi hedeflediğini gördü ve buna inandı. İnancınca da, desteğini ve gücünü esirgemedi.
Türkiye'de ise, tam ters bir rüzgar estirildi. Plânlama sadece lâfta kaldı. Plânlamaya gerek duyulmayınca, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da gözden düştü. İhtişamlı bir şekide kutlanan kuruluş yıldönümleri, artık kutlanmaz oldu. Öyle zannediyorum ki, DPT biraz da AB'nin kurbanı. DPT'ye yalnız liberalistler değil, AB'ci olan kesimler de yan gözle bakıyorlar. Çünkü DPT, AB'ye daha ABD olmadan, adı AET iken bile rezerv koymuştu. Şimdi bilmiyoruz, aynı düşünceye sahip olanlar, DPT içinde ne yapıyorlar? Seslerini çıkarabiliyorlar mı?
Bakınız, 1983 yılında DPT Özel İhtisas Komisyonu, 1871/292 numaralı raporunda hangi görüşlere yer veriyordu: "Türkiye'nin, AET'ye (o zaman adı henüz AB olmamıştı) tam üye olarak katılması halinde Roma Antlaşması'nın ve AET organlarının yapmış olduğu tasarrufları kabul etmesi gerekmektedir. Böyle bir kabul, bazı yetkilerin katılımı ile birlikte, artı katılan devletler tarafından kullanılmasını zorunlu kılmaktadır." Görüldüğü gibi DPT, 1982 Anayasası'nın 6. maddesinde yer alan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" hükmüne vurgu yapıyor. Anayasayı ihlâl suçu işlemeyin diye yetkilileri uyarıyor.
İşte DPT, bu suçları (!) işlediğinden dolayı hedef tahtasına konuldu. İyi de, şu bizim millet sevdalıları (!) nerede? Niye sesler kesildi? Halbuki meydanlarda öyle değillerdi. Vurdukları yerden toz kopartıyorlardı. Ülküleri vardı, hem de asırlık ülküleri. Yoksa o ülkeler de, kısa vadeli, IMF patentli programlara heba mı edildi? Edilirse edilsin, gam değil. Çünkü bu ülkenin sahipleri, kısa vadeli programlarla değil, kainat devleti plan ve projesiyle Anadolu yollarında. Duyanlar koşuyor, gelenler sevinç gözyaşları döküyorlar. Bütün bunlar, iyi bir geleceğin habercisi.
Türkiye, plânlı kalkınmaya karar veren ve ilk uygulayan ülkelerden biridir. Öyle ki, Türkiye'de kalkınma planlarının hazırlanması anayasal bir zorunluluktur. Hatta bu iş için "Devlet Plânlama Teşkilatı" (DPT) kurulmuştur. Bir zamanlar devletin en gözde kurumu olan DPT'nin, son yıllarda sesi soluğu çıkmaz oldu. Devlete ve millete birçok hayırlı hizmetler sunmuş olan bu kurumu, bazıları, kanserli hücreye benzetiyor ve derhal lağvedilmesini istiyorlar. Ekonomik plânlara karşı çıkan bu kişiler, ekonomik programları şiddetle savunuyorlar. O zaman sormak gerek: Ekonomik plânlara karşı çıkıp, ekonomik programları savunmak bir çelişki değil mi? Plan, geniş anlamda izlencek yol veya davranış biçimi olduğuna göre, programdan daha elzem olmuyor mu?
Gerçek o ki, dünyanı en liberal ülkelerinde bile teşvik edici ve yönlendirci plânlar yapılmaktadır. Türkiye'ye gelince, anlayış birden bire değişiyor. Uzun vadeli planlar bırakılıyor, kısa vadeli programlar tercih ediliyor. Bir program başarısız olan, hemen yerine başka bir program devreye sokuluyor. Bu şekilde, sürekli kısa vadeli programlarla günü kurtarmaya çalıştık. Başka bir deyişle, ekonomide de, yaz boz anlayışı hakim oldu. Böyle olunca da halk, kısa vadeli programlara gönülden destek vermedi. Bu programları, geçici ve dönemsel hevesler olarak algıladı. Halbuki kalkınan ülkeler böyel bir yol takip etmediler. Onlar uzun vadeli planlar yaptılar. Bu planları halka kabul ettirdiler ve halkın desteğini aldılar. Halk, yöneticilerin nereye, nasıl gittiğini, neyi hedeflediğini gördü ve buna inandı. İnancınca da, desteğini ve gücünü esirgemedi.
Türkiye'de ise, tam ters bir rüzgar estirildi. Plânlama sadece lâfta kaldı. Plânlamaya gerek duyulmayınca, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da gözden düştü. İhtişamlı bir şekide kutlanan kuruluş yıldönümleri, artık kutlanmaz oldu. Öyle zannediyorum ki, DPT biraz da AB'nin kurbanı. DPT'ye yalnız liberalistler değil, AB'ci olan kesimler de yan gözle bakıyorlar. Çünkü DPT, AB'ye daha ABD olmadan, adı AET iken bile rezerv koymuştu. Şimdi bilmiyoruz, aynı düşünceye sahip olanlar, DPT içinde ne yapıyorlar? Seslerini çıkarabiliyorlar mı?
Bakınız, 1983 yılında DPT Özel İhtisas Komisyonu, 1871/292 numaralı raporunda hangi görüşlere yer veriyordu: "Türkiye'nin, AET'ye (o zaman adı henüz AB olmamıştı) tam üye olarak katılması halinde Roma Antlaşması'nın ve AET organlarının yapmış olduğu tasarrufları kabul etmesi gerekmektedir. Böyle bir kabul, bazı yetkilerin katılımı ile birlikte, artı katılan devletler tarafından kullanılmasını zorunlu kılmaktadır." Görüldüğü gibi DPT, 1982 Anayasası'nın 6. maddesinde yer alan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" hükmüne vurgu yapıyor. Anayasayı ihlâl suçu işlemeyin diye yetkilileri uyarıyor.
İşte DPT, bu suçları (!) işlediğinden dolayı hedef tahtasına konuldu. İyi de, şu bizim millet sevdalıları (!) nerede? Niye sesler kesildi? Halbuki meydanlarda öyle değillerdi. Vurdukları yerden toz kopartıyorlardı. Ülküleri vardı, hem de asırlık ülküleri. Yoksa o ülkeler de, kısa vadeli, IMF patentli programlara heba mı edildi? Edilirse edilsin, gam değil. Çünkü bu ülkenin sahipleri, kısa vadeli programlarla değil, kainat devleti plan ve projesiyle Anadolu yollarında. Duyanlar koşuyor, gelenler sevinç gözyaşları döküyorlar. Bütün bunlar, iyi bir geleceğin habercisi.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018