Falih Rıfkı'nın "Zeytindağı"nı okumaya devam ediyoruz:
"Çıplak İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi; Zeytindağı'nın üstünden geçtiği zaman altında kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe, ne Türk geçiyor.
Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.
Arap milliyetçiliği güden Şamlı Azimzadeler, Konya'dan gelme Kemik Hüseyin torunları idi. Halep'in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için herhangi bir müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
Bir Kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin; Araplaşmış olduğu için de ayan azası idi
Birinci Millet Meclisi'nde Şer'iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının -ve- demek yerine, Araplar gibi -vua- dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. Suriye, Filistin ve Hicaz'da -Türk müsünüz?- sorusunun bir çok defalar cevabı -Estağfurullah! -idi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu." (S.37-38-39)
Geliyoruz konunun en can alıcı noktasına:
"Kamame Kilisesi'nin Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz.Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap, yahut yarı-Arap'tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum."
Konunun, şimdiki anlaşmazlıkların, dökülen kanların püf noktası işte burasıdır kıymetli okuyucu.
Ve Kamame Kilisesi'nin Türkler zamanındaki akıllara durgunluk veren idare şekli İsrail'in Beytüllahim'de saldırdığı Yeniden Doğuş Kilisesi olayından beri daha bir önem kazanmıştır.
Türkler bölgeye hâkimken Hıristiyan cemaatler paylaşamadıkları kilisenin kapısının anahtarını Türk Hocaya teslim ediyorlardı.
Bölgede şimdi hoca yok mudur?
Vardır ama o hocaların varlığı kiliselere Yahudilerin saldırmasını engelleyememektedir.
Bunu herhalde en iyi bölge halkı hissediyordur, onların idarecileri hissediyordur.
Hissetmeyenler ve gerçeği görmek istemeyenler ise dünya jandarmalığına soyunanlar ile Türkiye'nin bölge odaklı politikasını bu coğrafyada şaşılığa mahkûm eden ufuk yoksunu sorumlulardır.
Ravza-i Mutahhara'yı ve kutsal emanetleri İngiliz-Arap kuvvetlerine karşı "Osmanlı teslim olduktan sonra bile" bir avuç Türk askeriyle koruyan ve İstanbul Hükümetinin İngiliz zırhlısıyla teslim olması için eline ferman tutuşturup gönderdiği Haydar Molla'yı elinin tersi ile iten, askerleri ile çekirge tavası yiyen Fahrettin Türkkan Paşa'nın macerası yukarıda sıraladıklarımız tarafından dikkatle okunmalıdır.
Son not: Fahrettin Paşa Ocak 1919'da sabah namazı sırasında üzerine atılan üç subay tarafından derdest edilir ve Medine ancak böyle düşer.
Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'e Kuvayi Milliye'ye katılmak isteyen üç Osmanlı zabiti çıkarırlar. Atatürk bu üç "zabit"in, Fahrettin Paşayı oyuna getiren kişiler olduğunu öğrenince "Komutanına ihanet eden insan bize yaramaz" der, reddeder.
Malta esaretinden sonra yurda dönüp Kurtuluş Savaşı'na katılan Fahrettin Paşayı da 1922'de Kâbil'e Büyükelçi olarak gönderir.
"Çıplak İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi; Zeytindağı'nın üstünden geçtiği zaman altında kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe, ne Türk geçiyor.
Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.
Arap milliyetçiliği güden Şamlı Azimzadeler, Konya'dan gelme Kemik Hüseyin torunları idi. Halep'in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için herhangi bir müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
Bir Kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin; Araplaşmış olduğu için de ayan azası idi
Birinci Millet Meclisi'nde Şer'iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının -ve- demek yerine, Araplar gibi -vua- dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. Suriye, Filistin ve Hicaz'da -Türk müsünüz?- sorusunun bir çok defalar cevabı -Estağfurullah! -idi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu." (S.37-38-39)
Geliyoruz konunun en can alıcı noktasına:
"Kamame Kilisesi'nin Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz.Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap, yahut yarı-Arap'tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum."
Konunun, şimdiki anlaşmazlıkların, dökülen kanların püf noktası işte burasıdır kıymetli okuyucu.
Ve Kamame Kilisesi'nin Türkler zamanındaki akıllara durgunluk veren idare şekli İsrail'in Beytüllahim'de saldırdığı Yeniden Doğuş Kilisesi olayından beri daha bir önem kazanmıştır.
Türkler bölgeye hâkimken Hıristiyan cemaatler paylaşamadıkları kilisenin kapısının anahtarını Türk Hocaya teslim ediyorlardı.
Bölgede şimdi hoca yok mudur?
Vardır ama o hocaların varlığı kiliselere Yahudilerin saldırmasını engelleyememektedir.
Bunu herhalde en iyi bölge halkı hissediyordur, onların idarecileri hissediyordur.
Hissetmeyenler ve gerçeği görmek istemeyenler ise dünya jandarmalığına soyunanlar ile Türkiye'nin bölge odaklı politikasını bu coğrafyada şaşılığa mahkûm eden ufuk yoksunu sorumlulardır.
Ravza-i Mutahhara'yı ve kutsal emanetleri İngiliz-Arap kuvvetlerine karşı "Osmanlı teslim olduktan sonra bile" bir avuç Türk askeriyle koruyan ve İstanbul Hükümetinin İngiliz zırhlısıyla teslim olması için eline ferman tutuşturup gönderdiği Haydar Molla'yı elinin tersi ile iten, askerleri ile çekirge tavası yiyen Fahrettin Türkkan Paşa'nın macerası yukarıda sıraladıklarımız tarafından dikkatle okunmalıdır.
Son not: Fahrettin Paşa Ocak 1919'da sabah namazı sırasında üzerine atılan üç subay tarafından derdest edilir ve Medine ancak böyle düşer.
Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'e Kuvayi Milliye'ye katılmak isteyen üç Osmanlı zabiti çıkarırlar. Atatürk bu üç "zabit"in, Fahrettin Paşayı oyuna getiren kişiler olduğunu öğrenince "Komutanına ihanet eden insan bize yaramaz" der, reddeder.
Malta esaretinden sonra yurda dönüp Kurtuluş Savaşı'na katılan Fahrettin Paşayı da 1922'de Kâbil'e Büyükelçi olarak gönderir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Hüseyin Mümtaz / diğer yazıları
- Ekonomi, İslam ve Rusya / 01.04.2006
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002