"İstanbul'dan ayrılmak güç... Amma bu alemde insanoğlu için kolay olan ne var ki? Bilmek güç, bilmemek güç, görmek güç, görmemek güç, hele sevmemek, sevgiye aşina olmamak her dertten, her afetten çok ama çok daha güç... Onun için güreşeceği güçlüklerle beraber yaratılan insanoğlu, müşkülden müşkül olan kendi varlığı bilmecesine koyup, dış güçlüklerle uğraşmaya daldığı için bedbaht olmuştur. Ah nerede o ulu, o mutlu, o er kişi ki kılıcını, içindeki şeytanın başına çalar ve gizli aşikar, görülür görülmez bütün güçlüklerden, bütün müşküllerden kurtulur" (S. Ayverdi, Boğaziçi Tarihi).
İstanbul insanı zamanla kültüründen uzaklaşınca kendini kaybeder olmuş. Kültürümüz kimliğimiz olması hasebiyle, kimliğimizi de dolayısıyla kaybetmiş oluyoruz. Ta eskiye, İstanbul'un yeni imar edilmiş zamanlarına kadar uzandığımızda yiğit, mert insanlar her sokak başında bir kale gibiydiler. Bugünkü gibi istisna değillerdi. Artık her insan, adeta kabuğuna çekilmiş ya da şaşkın pervaneler gibi dolaşır olmuş. Bir de "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyerek hayatlarını sürdürür oldular. Artık eskisi gibi bir kere konuşacağı şeyi iki kere düşünen insanlar bulmak hayli güç. İki kere konuşmak için bir kere bile düşünen yok. "Söz bir ok gibidir, çıktığı an bir daha geri dönmez" derler ya, işte çıkan o söz hep gönül sazının tellerini koparıveriyor. İstanbul yedi tepe, yedi tepede yedi perişan insan. Perişanlık kimliğin kayboluşundan kaynaklanmakta. Ve İstanbul sahilleri İstanbul insanı için oturup ağlamakta. İstanbul'la beraber elden giden her şey için.
"Fikir hayatını İslam alemine borçlu olan Garp, ondan alacağını aldıktan sonra, bir taassup şahlanmasıyla kapılarını İslam'a kapayıvermişti. (...) Öyle ki bir zamanlar müslüman dünyası ilim ve medeniyet ışıkları içinde kendisine her yaklaşanın gözlerini kamaştıran bir taze hayat parlayışı arzediyordu. Garp ise bu şaşaalı ve ihtişamlı dünyanın eteğine yapışmış, gerek fikriyatı, gerek maddesi ile ona avuç açıp nafakalanıyordu" (a.g.e).
Burada Şeyh Edebali Hazretlerinin Osman Gazi'ye nasihatına yer vermek istiyorum:
"Ey oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler! Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir! İki paralık güneşe aldanıp sonra da karda, ayazda kavrulup gitme! Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin!
Ama, bunları nerede nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve benliğin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Azminden dönme, çıktığın yolu, taşıyacağın gücü iyi bil! Her işin gereğini vaktinde yap! Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün söyleme, bildin bilme! Sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme! Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir! Sevildiğin yere sık gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın olmaz. Üç kişiye acı: Cahiller arasında alime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene! Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir! Ululanma, düşmanını hor görme! Düşmanını çoğaltma, düşmanlığın başını da sonunu da sen belirle! Haklı olduğunda kavgadan korkma, bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!"
Şeh Edebali böyle nasihatta bulundu Osman Gazi'ye...
İfadeler derin manalar taşımakta. Eskti İstanbul ruhu da işte bu. Ey gözlerinde baharı saklayan ihtiyar delikanlı İstanbul. Bir konuşabilsen, bir dile gelse şu dağın taşın, kimbilir neler söylerdin, ağlar mıydın, güler miydin. Söyle be İstanbul, niye böyle derinden susuyorsun. Sükutunu dile getir artık. Asırlardır yorgun düştün, insanlığın başıboş halinin altında ezildin. Ey garipler yüreği İstanbul. Anlayamadık seni, anlattıklarımız seni kavramaya yeterli olamadı. Yeşilin eskisi kadar yeşil, denizin eskisi kadar mavi glemiyor artık bana. Gökyüzünde kaybolamıyorum artık, madde aleminde kaybolan insanı, gökyüzü ummanına almazmış ve yanarmış.
Üsküdar sahilinde ve Çamlıca tepesinde yürürken adım adım, yüreğim koşup da gitti Yuşa tepesine. Oradan Emirgan'a, Edirnekapı'ya köşe bucak dolaştı İstanbul'u. Bir şeyler arar gibi, bir zaman ırmağından akıp gidercesine. Biz eskimeyen eskimizi kaybettik. Her gelen gideni arattı, en çok seni aradık İstanbul, hadis-i şerife mazhar olan sırrını aradık ama bulamadık. Çünkü önce insan kendini bulmalıydı, kendini bulamayan seni nasıl bulabilirdi. Gözlerin dolu dolu, ağlıyor musun yoksa, gözlerini ondan mı kaçırıyorsun benden, kaçırma gözlerini benden. Seni anlıyorum ve seni sana geri vermek için çalışıyorum. Hey İstanbul aşıkları, bari sizler görün İstanbul'u, İstanbul'un yaralı yüreğini. Bir yağmur misali çağlayan gözlerini. Hasretle nakışlanmış gönül defterini aralayın ve yazmaya başlayın artık:
"Yitirdiğim bir şey var sende arıyorum
Yüreğim bir madenci feneri yol uçurum
Yaklaşma diyorsun peki diyorum
Bir daha kimseden sormayacağım seni söz olsun
Akrep yutmuş gibi kirpiklerinin ucunda
Beni görünce üşüyorsun tamam uğramam bir daha
Kamçılasa da kan
Sana kör bakacağım görmeyeceğim seni söz olsun
Dağlara doğru uçan kuşlarla
Tüm sırları soyulmuş nemli düşlerle
Öfke çiçekleri getiren kuşlarla, korkma
Yokuşlarda yormayacağım seni söz olsun
Kurtlar gibi ulusa da gönlüm ardından
Sormayacağım yüzünü, izini yollardan
Tüfeğimin namlusunun ucuna konan
Kınalı keklik olsan da vurmayacağım seni söz olsun
Bir kuvvet iksiridir eski fotoğrafların
Bakışların konuşur kilitlense de dudakların
Af çıkmazsa artık sormayacağım seni söz olsun
Elindedir dönüştür bu ağıtı serenatlara
Düş yap da uçursun bizi bulutlara
İki kılınç gibi döğüşürken akla kara
Adak olsan da kurban vermeyeceğim seni
Söz olsun... söz olsun... söz olsun".
Sen güzel İstanbul bulacak mısın o manayı, kendine gelebilecek misin? Sen bir özlemsin İstanbul, aşıklarının yüreğini yakan.
İstanbul insanı zamanla kültüründen uzaklaşınca kendini kaybeder olmuş. Kültürümüz kimliğimiz olması hasebiyle, kimliğimizi de dolayısıyla kaybetmiş oluyoruz. Ta eskiye, İstanbul'un yeni imar edilmiş zamanlarına kadar uzandığımızda yiğit, mert insanlar her sokak başında bir kale gibiydiler. Bugünkü gibi istisna değillerdi. Artık her insan, adeta kabuğuna çekilmiş ya da şaşkın pervaneler gibi dolaşır olmuş. Bir de "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyerek hayatlarını sürdürür oldular. Artık eskisi gibi bir kere konuşacağı şeyi iki kere düşünen insanlar bulmak hayli güç. İki kere konuşmak için bir kere bile düşünen yok. "Söz bir ok gibidir, çıktığı an bir daha geri dönmez" derler ya, işte çıkan o söz hep gönül sazının tellerini koparıveriyor. İstanbul yedi tepe, yedi tepede yedi perişan insan. Perişanlık kimliğin kayboluşundan kaynaklanmakta. Ve İstanbul sahilleri İstanbul insanı için oturup ağlamakta. İstanbul'la beraber elden giden her şey için.
"Fikir hayatını İslam alemine borçlu olan Garp, ondan alacağını aldıktan sonra, bir taassup şahlanmasıyla kapılarını İslam'a kapayıvermişti. (...) Öyle ki bir zamanlar müslüman dünyası ilim ve medeniyet ışıkları içinde kendisine her yaklaşanın gözlerini kamaştıran bir taze hayat parlayışı arzediyordu. Garp ise bu şaşaalı ve ihtişamlı dünyanın eteğine yapışmış, gerek fikriyatı, gerek maddesi ile ona avuç açıp nafakalanıyordu" (a.g.e).
Burada Şeyh Edebali Hazretlerinin Osman Gazi'ye nasihatına yer vermek istiyorum:
"Ey oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler! Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir! İki paralık güneşe aldanıp sonra da karda, ayazda kavrulup gitme! Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin!
Ama, bunları nerede nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve benliğin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Azminden dönme, çıktığın yolu, taşıyacağın gücü iyi bil! Her işin gereğini vaktinde yap! Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün söyleme, bildin bilme! Sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme! Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir! Sevildiğin yere sık gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın olmaz. Üç kişiye acı: Cahiller arasında alime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene! Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir! Ululanma, düşmanını hor görme! Düşmanını çoğaltma, düşmanlığın başını da sonunu da sen belirle! Haklı olduğunda kavgadan korkma, bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!"
Şeh Edebali böyle nasihatta bulundu Osman Gazi'ye...
İfadeler derin manalar taşımakta. Eskti İstanbul ruhu da işte bu. Ey gözlerinde baharı saklayan ihtiyar delikanlı İstanbul. Bir konuşabilsen, bir dile gelse şu dağın taşın, kimbilir neler söylerdin, ağlar mıydın, güler miydin. Söyle be İstanbul, niye böyle derinden susuyorsun. Sükutunu dile getir artık. Asırlardır yorgun düştün, insanlığın başıboş halinin altında ezildin. Ey garipler yüreği İstanbul. Anlayamadık seni, anlattıklarımız seni kavramaya yeterli olamadı. Yeşilin eskisi kadar yeşil, denizin eskisi kadar mavi glemiyor artık bana. Gökyüzünde kaybolamıyorum artık, madde aleminde kaybolan insanı, gökyüzü ummanına almazmış ve yanarmış.
Üsküdar sahilinde ve Çamlıca tepesinde yürürken adım adım, yüreğim koşup da gitti Yuşa tepesine. Oradan Emirgan'a, Edirnekapı'ya köşe bucak dolaştı İstanbul'u. Bir şeyler arar gibi, bir zaman ırmağından akıp gidercesine. Biz eskimeyen eskimizi kaybettik. Her gelen gideni arattı, en çok seni aradık İstanbul, hadis-i şerife mazhar olan sırrını aradık ama bulamadık. Çünkü önce insan kendini bulmalıydı, kendini bulamayan seni nasıl bulabilirdi. Gözlerin dolu dolu, ağlıyor musun yoksa, gözlerini ondan mı kaçırıyorsun benden, kaçırma gözlerini benden. Seni anlıyorum ve seni sana geri vermek için çalışıyorum. Hey İstanbul aşıkları, bari sizler görün İstanbul'u, İstanbul'un yaralı yüreğini. Bir yağmur misali çağlayan gözlerini. Hasretle nakışlanmış gönül defterini aralayın ve yazmaya başlayın artık:
"Yitirdiğim bir şey var sende arıyorum
Yüreğim bir madenci feneri yol uçurum
Yaklaşma diyorsun peki diyorum
Bir daha kimseden sormayacağım seni söz olsun
Akrep yutmuş gibi kirpiklerinin ucunda
Beni görünce üşüyorsun tamam uğramam bir daha
Kamçılasa da kan
Sana kör bakacağım görmeyeceğim seni söz olsun
Dağlara doğru uçan kuşlarla
Tüm sırları soyulmuş nemli düşlerle
Öfke çiçekleri getiren kuşlarla, korkma
Yokuşlarda yormayacağım seni söz olsun
Kurtlar gibi ulusa da gönlüm ardından
Sormayacağım yüzünü, izini yollardan
Tüfeğimin namlusunun ucuna konan
Kınalı keklik olsan da vurmayacağım seni söz olsun
Bir kuvvet iksiridir eski fotoğrafların
Bakışların konuşur kilitlense de dudakların
Af çıkmazsa artık sormayacağım seni söz olsun
Elindedir dönüştür bu ağıtı serenatlara
Düş yap da uçursun bizi bulutlara
İki kılınç gibi döğüşürken akla kara
Adak olsan da kurban vermeyeceğim seni
Söz olsun... söz olsun... söz olsun".
Sen güzel İstanbul bulacak mısın o manayı, kendine gelebilecek misin? Sen bir özlemsin İstanbul, aşıklarının yüreğini yakan.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Derya Şüheda Terzi / diğer yazıları
- Bir şairin gece serüveni / 27.06.2001
- Limanı tarumar olmuş gemiler ne yapsın / 26.06.2001
- Ömür ağacı / 20.06.2001
- Raflardaki krallar / 19.06.2001
- Evrim safsatasına bir derkenar / 16.06.2001
- Okuma sanatına dair / 11.06.2001
- Yağmura sırdaş / 09.06.2001
- Gönül sayfası / 08.06.2001
- İstanbul'da Üsküdar / 07.06.2001
- Kamuflaj tekniği / 05.06.2001
- Limanı tarumar olmuş gemiler ne yapsın / 26.06.2001
- Ömür ağacı / 20.06.2001
- Raflardaki krallar / 19.06.2001
- Evrim safsatasına bir derkenar / 16.06.2001
- Okuma sanatına dair / 11.06.2001
- Yağmura sırdaş / 09.06.2001
- Gönül sayfası / 08.06.2001
- İstanbul'da Üsküdar / 07.06.2001
- Kamuflaj tekniği / 05.06.2001