"Yönlendirilen" basın ve kamuoyunda bir sevinç; "Susurluk çetesi mahkûm oldu.. Korkut Eken ve İbrahim Şahin'e çete kurmaktan 6 yıl, diğerlerine 4'er yıl mahkûmiyet verildi."
Vehimli zihinlerde yaratılan sanal senaryo şöyle.... Hayli efkârlı "Ne olacak bu memleketin hali" akşamlarından birinde toplanan iki polis, bir jandarma paşası, MİT ve Emniyet'te görevli üç emekli asker, iki milletvekili gecenin ilerleyen saatlerinde görev taksimi yapıyorlar, "Sen, sen diyorlar yurt içinde PKK'nın finans kaynaklarını oluşturan kürt mafya babalarıyla uğraşacaksın, kumar, kadın ve uyuşturucu pazarlayarak PKK'ya mâli destek sağlayan bu kaynağı kurutacaksın".
"Sen mafyanın, bunların karşısında olan kesimiyle irtibata geçip PKK'nın yurt dışı kaynaklarına ulaşacaksın, gerekirse sahte pasaport temin edeceksin."
"Sen Afganistan'da General Dostum için, sen Komünist Çin'de Uygurlar için faaliyet göstereceksin."
"Sen emekli olunca Osman Ağa'nın heykelini yaptırıp Giresun'a dikeceksin"
"Sen de bütün bu işler için mâli kaynak, silâh ve cephane temin edeceksin, nakliyesi ve saklanması içinde sen mâlikâneni, çiftliğinin geniş topraklarını kullanacaksın".
El sıkışıp ayrılıyorlar. Herkes verilen görevi yapıyor.
Sonra Susurluk'ta bir kamyon, bir Mercedes'e çarpıyor. Olayı örten sır perdesi âniden aydınlanıyor, "Ne olacak bu memleketin hâli" akşamında "durumdan vazife çıkaran"ların bazıları kürt asıllı kumarhaneler kralının peşinde, bazıları Pekin'de, bazıları Taliban'la mücadele ederken, bazıları da bunlara yasal korunma sağlarken "açığa çıkıyorlar"....
Kargaların kahkahasını duyuyor musunuz?
Bu adamların hepsi "devlet görevlisi"... Oda arkadaşlarına çaktırmadan, sıralı âmirlerinin haberi olmadan nasıl böyle bir işe kalkışırlar? Kalkışsalar Pekin'e, Afganistan dağlarına, yurt dışındaki "babalara" nasıl ulaşırlar, memur maaşıyla bütün bu işleri nasıl yaparlar, nasıl becerirler bunu?
Siyasi irade gerektiren yurt dışı görev ve bağlantılara nasıl bir gecelik efkâr sonucu karar verip uygularlar?
Bütün bu karmaşık olay aslında son derece basittir. Sahnede üç grup oyuncu vardır. a)Türk Devleti'ni ne olursa olsun yıpratmak isteyenler, bundan siyasî-maddî menfaat umanlar. b) Karar aşamasında iktidar olanlar. c) "Türk Devleti'nin" gözünü budaktan esirgemeyen görevlileri, bilerek ve isteyerek bunlara yardım eden kimseler.
Yargı elbette görevini yapmıştır. "Mevcut bilgilere" ve "yürürlükteki kanunlara göre" doğru karar vermiştir.
Yukarıda sıralanan gruplardan a) Türk Devleti'ni çıkan her fırsattan istifade ederek ve her ne pahasına olursa olsun yıpratmak isteyenler şimdilik mevzîi bir başarı sağlamış gibi görünmektedirler. b)Olaya adı karışan devlet görevlileri görevlerini "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar" nerede görev verilirse verilsin başarabileceklerini göstermişlerdir. c)Karar aşamasında iktidarda olan siyaset erbâbı ise sınıfta kalmıştır.
Siyasî irâde beyanı gerektiren bu "göreve" ve "görevlilere" olur veren o zamanki iktidar sahiplerinin erkekçe ortaya çıkıp "Ben söyledim, görevleri ben verdim, her türlü imkânı ben sağladım" demeleri gerekmez miydi?
Bu insanlar "kişisel menfaatleri" için mi kurmuşlardır o "çeteyi"? Menfaat mi temin etmişlerdir?
Bu delikanlılar ettikleri devlete sadakat yeminine bağlı kalarak görev icabı edindikleri belge ve bilgileri, gerçekleştirdikleri operasyonları mahkûm olma bahasına açığa vurmamışlardır.
Siyasî iktidar sahipleri neden aynı delikanlılığı gösterememişlerdir?
Acaba Susurluk; Türk Devleti'nin tarihte örnekleri çok sık görülen kendini koruma içgüdüsünün bir tezahürü müdür? Bu geniş açıdan bakınca cevaplanması gereken birkaç soru çıkıyor ortaya:
1. Birinci Dünya Savaşı sonunda Ermeni Tehciri suçlusu olarak asılan Boğazlıyan Kaymakamı olayı da o tarihlerin Susurluğu mudur?
2. Hazır el değmişken Mustafa Kemal Paşa ile Havza'da buluşarak ondan görev alan Osman Ağa'nın bu işlerle ilgisi olup olmadığı da mutlaka araştırılmalıdır?
3. Ve yine yeri gelmişken 1071'den bu yana Anadolu'daki bütün faili meçhulleri, kabul etmeseler bile hiç olmazsa fikren bu "çetecilere" yıksak nasıl olur?
Bütün bunların sonunda bir takım vicdanlar rahatlayacak mıdır?
Ama o vicdan hangi vicdandır? 20.2.2001
Okuyucuya Not: Tam bir sene önce 20.2.2001'de bu köşede yayınlanmış olan yukarıdaki yazıyı "mevcut konjonktür" icabı harfine dokunmadan tekrar hatırla(t)ma lüzumu hâsıl olmuştur.
Vehimli zihinlerde yaratılan sanal senaryo şöyle.... Hayli efkârlı "Ne olacak bu memleketin hali" akşamlarından birinde toplanan iki polis, bir jandarma paşası, MİT ve Emniyet'te görevli üç emekli asker, iki milletvekili gecenin ilerleyen saatlerinde görev taksimi yapıyorlar, "Sen, sen diyorlar yurt içinde PKK'nın finans kaynaklarını oluşturan kürt mafya babalarıyla uğraşacaksın, kumar, kadın ve uyuşturucu pazarlayarak PKK'ya mâli destek sağlayan bu kaynağı kurutacaksın".
"Sen mafyanın, bunların karşısında olan kesimiyle irtibata geçip PKK'nın yurt dışı kaynaklarına ulaşacaksın, gerekirse sahte pasaport temin edeceksin."
"Sen Afganistan'da General Dostum için, sen Komünist Çin'de Uygurlar için faaliyet göstereceksin."
"Sen emekli olunca Osman Ağa'nın heykelini yaptırıp Giresun'a dikeceksin"
"Sen de bütün bu işler için mâli kaynak, silâh ve cephane temin edeceksin, nakliyesi ve saklanması içinde sen mâlikâneni, çiftliğinin geniş topraklarını kullanacaksın".
El sıkışıp ayrılıyorlar. Herkes verilen görevi yapıyor.
Sonra Susurluk'ta bir kamyon, bir Mercedes'e çarpıyor. Olayı örten sır perdesi âniden aydınlanıyor, "Ne olacak bu memleketin hâli" akşamında "durumdan vazife çıkaran"ların bazıları kürt asıllı kumarhaneler kralının peşinde, bazıları Pekin'de, bazıları Taliban'la mücadele ederken, bazıları da bunlara yasal korunma sağlarken "açığa çıkıyorlar"....
Kargaların kahkahasını duyuyor musunuz?
Bu adamların hepsi "devlet görevlisi"... Oda arkadaşlarına çaktırmadan, sıralı âmirlerinin haberi olmadan nasıl böyle bir işe kalkışırlar? Kalkışsalar Pekin'e, Afganistan dağlarına, yurt dışındaki "babalara" nasıl ulaşırlar, memur maaşıyla bütün bu işleri nasıl yaparlar, nasıl becerirler bunu?
Siyasi irade gerektiren yurt dışı görev ve bağlantılara nasıl bir gecelik efkâr sonucu karar verip uygularlar?
Bütün bu karmaşık olay aslında son derece basittir. Sahnede üç grup oyuncu vardır. a)Türk Devleti'ni ne olursa olsun yıpratmak isteyenler, bundan siyasî-maddî menfaat umanlar. b) Karar aşamasında iktidar olanlar. c) "Türk Devleti'nin" gözünü budaktan esirgemeyen görevlileri, bilerek ve isteyerek bunlara yardım eden kimseler.
Yargı elbette görevini yapmıştır. "Mevcut bilgilere" ve "yürürlükteki kanunlara göre" doğru karar vermiştir.
Yukarıda sıralanan gruplardan a) Türk Devleti'ni çıkan her fırsattan istifade ederek ve her ne pahasına olursa olsun yıpratmak isteyenler şimdilik mevzîi bir başarı sağlamış gibi görünmektedirler. b)Olaya adı karışan devlet görevlileri görevlerini "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar" nerede görev verilirse verilsin başarabileceklerini göstermişlerdir. c)Karar aşamasında iktidarda olan siyaset erbâbı ise sınıfta kalmıştır.
Siyasî irâde beyanı gerektiren bu "göreve" ve "görevlilere" olur veren o zamanki iktidar sahiplerinin erkekçe ortaya çıkıp "Ben söyledim, görevleri ben verdim, her türlü imkânı ben sağladım" demeleri gerekmez miydi?
Bu insanlar "kişisel menfaatleri" için mi kurmuşlardır o "çeteyi"? Menfaat mi temin etmişlerdir?
Bu delikanlılar ettikleri devlete sadakat yeminine bağlı kalarak görev icabı edindikleri belge ve bilgileri, gerçekleştirdikleri operasyonları mahkûm olma bahasına açığa vurmamışlardır.
Siyasî iktidar sahipleri neden aynı delikanlılığı gösterememişlerdir?
Acaba Susurluk; Türk Devleti'nin tarihte örnekleri çok sık görülen kendini koruma içgüdüsünün bir tezahürü müdür? Bu geniş açıdan bakınca cevaplanması gereken birkaç soru çıkıyor ortaya:
1. Birinci Dünya Savaşı sonunda Ermeni Tehciri suçlusu olarak asılan Boğazlıyan Kaymakamı olayı da o tarihlerin Susurluğu mudur?
2. Hazır el değmişken Mustafa Kemal Paşa ile Havza'da buluşarak ondan görev alan Osman Ağa'nın bu işlerle ilgisi olup olmadığı da mutlaka araştırılmalıdır?
3. Ve yine yeri gelmişken 1071'den bu yana Anadolu'daki bütün faili meçhulleri, kabul etmeseler bile hiç olmazsa fikren bu "çetecilere" yıksak nasıl olur?
Bütün bunların sonunda bir takım vicdanlar rahatlayacak mıdır?
Ama o vicdan hangi vicdandır? 20.2.2001
Okuyucuya Not: Tam bir sene önce 20.2.2001'de bu köşede yayınlanmış olan yukarıdaki yazıyı "mevcut konjonktür" icabı harfine dokunmadan tekrar hatırla(t)ma lüzumu hâsıl olmuştur.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Hüseyin Mümtaz / diğer yazıları
- Ekonomi, İslam ve Rusya / 01.04.2006
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002
- Küresel aktörler, bölgesel piyonlar / 20.12.2005
- 'Namkör' kedi / 16.07.2002
- Cılkı çıkan siyaset / 15.07.2002
- İsmail Cem'in sakladıkları / 14.07.2002
- Cem fotoğrafları / 13.07.2002
- Vitesten atan siyaset / 12.07.2002
- Freni patlayan siyaset / 11.07.2002
- "Nankör kedi" / 10.07.2002
- "Bindir bir alamete" politikası / 09.07.2002