Dava adamı olmak. Bu deyimi bu aralar çok duyuyorum. Ama bence dava adamı olmaktan daha önemlisi hangi davanın adamı olduğunu bilmek, kavramak ve bu dava için nelerden vazgeçebileceğinin hesabını iyi yapmaktır mesele. Çünkü ortalıkta dava çok olduğu gibi kendisini adam sanan da çok.
Sadede gelelim. Özellikle bugünlerde en yetkilisinden, en yetkisizine, en uzun şalvarlısından, en badem bıyıklısına vs. sorsanız davanız ne? Diye cevap hep aynıdır. İslam. Bana da sorsanız bende aynı cevabı veririm. Ama mesele sonucu söylemekte değil işlemi yapmakta.
İnsan için en büyük makam kulluktur. İşte “kul” olabilmek için “la ilahe illallah Muhammed Resulullah” demek şarttır. Kelime–i şahadeti getirdin Müslüman oldun. Dinini adı da İslam oldu. Bitti mi? Yok, daha yeni başlıyor. Bu iddianın ispatı gerekiyor. Ve bu ispatı Sevgili Peygamberimiz “Büyük Cihat” olarak adlandırıyor. Çünkü bu yolda nefsinle, şeytanla, sevdiklerinle, sevmediklerinle, malınla vs. karşı karşıya geleceksin ve yaptığın seçimler ilahi terazide senin ne kadar adam olduğunu ortaya çıkaracak. (Senden kastım ben)
Şimdi bir daha sadede gelelim. Herkes İslam davası iddiasında. Ama Sevgili Peygamberimiz (sav) diyor ki; “Ümmetim 73 fırkaya (görüşe, düşünceye, anlayışa vs.) ayrılacak. Biri kurtuluşa erecek. Diğerleri helak olacak.”
Yani mesele İslam davasında olmak değil sadece 70 ikinin dışında müjdelenen birin içinde olmak mesele. Yani Fırka–i Naciye’den olmak.
Her insanın mizacı farklıdır. Haliyle dava adamı olduğunu iddia eden kişi, mizacına göre davasına yansımaları olacaktır. İşte bu noktada benim için çok büyük önem arz eden, haddim olmasa da ölçü almaya gayret ettiğim birkaç olayı anlatacağım;
Bedir Harbini bilirsiniz. (Allah onlardan razı olsun) Savaştan önce gelenek haline gelen (Arap Savaşlarında) “er dileme” (Mübareze) hadisesi için taraflar içlerinden üçer kişi seçtiler. Peygamberimiz Ensar’dan üç kişiyi gönderdi. Ama müşrikler bu şanlı sahabeleri muhatap kabul etmediler ve kendi tanıdıklarını istediler. Hz. Ali (k.v) Hz. Hamza (r.a) Hz. Ubeyde (r.a) çıktı savaş alanına. Sözde kendi ayarlarında rakip isteyen bu kafirler, istediklerini elde ettiler ve birer kılıç darbesiyle yok olup gittiler…
Hendek Savaşını da bilirsiniz. Müşriklerden Amr b. Abdived kendisiyle savaşacak bir er, dava adamı istedi. O Amr ki, birçok savaşa katılmış, yiğitliğiyle nam salmış, boylu poslu, usta bir silahşör. Onunla dövüşmeye kimse cesaret edemezdi. Nitekim Amr’ın bu çağrısına Müslümanlardan da o an kimse cevap vermedi.
Bu durumu gören yiğitler yiğidi Hz. Ali alana çıkmak için izin istedi. Fakat Resulullah (sav) izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak Müslümanlara hitaben; “İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz Cennet?” diye bağırdı. Müslümanlardan yine ses çıkmayınca, Hz. Ali ikinci defa izin istedi. Resulullah kendi zırhını çıkarıp Ali’ye giydirdi, beline Zülfikar’ı taktı ve ellerini açarak dua etti.
Amr’ın karşısına çıkan Hz. Ali, kendisini tanıttı. Amr, Ali’nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Hz. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Kendisinin, savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse, üç teklifi olduğunu söyledi. Ya Müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, ya da kendisiyle dövüşmesini teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr dövüşmeyi seçti.
İlk saldırı Amr’dan geldi. Sıra kendisine geldiğinde Hz. Ali indirdiği darbe ile Amr’i cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.
Mute Savaşını da bilirsiniz. Daha savaşa gitmeden şahadetle müjdelenen şanlı komutanları olan bir savaştı Mute.
“Zeyd bin Harise’yi kumandan tayin ettim. Zeyd bin Harise şehit olursa yerine Cafer bin Ebu Talib geçsin. Cafer bin Ebu Talib şehit olursa, Abdullah bin Revaha geçsin. Abdullah bin Revaha da şehit olursa, Müslümanlar aralarından münasip birini seçip onu kendilerine kumandan yapsın.”
Bu hadisi Şerife binaen sıra Abdullah b. Revaha’ya gelmişti. Bir an şeytan ve nefsi önüne çıktı. Eşlerini, çocuklarını, mallarını gözünün önüne koydular. Aldırmadı, aldanmadı. Eğer sağ kalırsam hepsinden vazgeçtim andını içti ve mutlu sona ulaştı. Şehit oldu.
Günümüze gelirsek, her alanda olduğu gibi bu alanda da gerçeği zerresine kadar haykıran Prof. Dr. Haydar Baş’ın “Rahmet–el lil Alemin” adlı eserindeki şu tespitleri hem dava hemde dava adamı iddiasındakiler için olmazsa olmazlardır;
“…Müminler, Hakk’ın yardımı ile kendi ayakları üzerinde, kendi güçleri üzerinde durmak ve yükselmek zorundadırlar. Aksi halde ikiyüzlü, samimiyet yoksunu dava işportacıları tarafından sancağın yüzüstü bırakılması kaçınılmazdır. Bu ise davanın bel kemiğine en kritik ortamda indirilebilecek ağır bir darbe olur…” (Cilt 1 sh:312)
“Toplama insanlar, cazip imkânlarla elde edilmiş insanlar, eksikleri giderilmeden, fazlalıkları yontulmadan kendisine vazifeler verilmiş insanlar üzerine dava bina edilemez. Böyle insanlarla yola çıkılmaz ve dava yürümez.
Başında, etrafındaki insanları çile ve imtihanla yoğuracak, olayların ve hizmetin içerisinde teslimiyetlerini deneyecek, Allah’a (c.c) yakın olmalarına mani olan kibir, riya, haset gibi her türlü nefsi hastalıklarını bertaraf edip, feyizle ve muhabbetle de kalplerini süsleyerek, tatmin edecek bir lideri olmaksızın yola çıkılan her davanın akamete uğraması mukadderdir.” (sh:364)
“Hak yolda mücadelede zaman zaman düşüşler, kalkışlar, iniş, çıkışlar, mağlubiyet ve zaferler olabilir. Fakat unutulmamalıdır ki; hadiselerin zahir ve batın birçok yönü olduğu gibi, kaderi ilahiye bakan tarafı da vardır. Ancak nihai zafer, samimi olarak inananların ve hak yolda sabır, sebat gösterenlerindir…” (sh:323)
“...O halde inandım diyen insana düşen vazife, Kuran’ın örnek gösterdiği rehber insanları hizmette, gayrette, ahlakta, fazilette, kardeşlikte, şefkatte hâsılı hayatın her yönünde örnek olmak, onlara varis olmaktır. Aynı mana ve ruh içerisinde İslam’a, imana, Hakk’a sahip çıkmak, aynı hassasiyet ve teslimiyet içerisinde hak dostlarıyla beraber olmaktır. Düşmanın, küfür ve nifak ehlinin oyunlarına aldanmayıp, can ve mal pahasına da olsa Hak yolda sabır ve sebat göstermektir…” (sh:349)
Evet, zaman değişti, insanların isimleri vs. değişti. Ama mücadele hep aynı. Hak, batıl mücadelesi. Hele günümüzde yaşadığımız, tanık olduğumuz olaylar Resulullah’ı ve ashabını hatırlatıyor bana. Onların yokluğa, çileye, zamanın süper güçlerine karşı davaları uğruna verdikleri mücadeleye hayran hayran bakıyorum. Karınca misali, onlar gibi olamasam da, bari onların yolunda olmayı, ölmeyi diliyorum Yüce Allah’tan…
Sadede gelelim. Özellikle bugünlerde en yetkilisinden, en yetkisizine, en uzun şalvarlısından, en badem bıyıklısına vs. sorsanız davanız ne? Diye cevap hep aynıdır. İslam. Bana da sorsanız bende aynı cevabı veririm. Ama mesele sonucu söylemekte değil işlemi yapmakta.
İnsan için en büyük makam kulluktur. İşte “kul” olabilmek için “la ilahe illallah Muhammed Resulullah” demek şarttır. Kelime–i şahadeti getirdin Müslüman oldun. Dinini adı da İslam oldu. Bitti mi? Yok, daha yeni başlıyor. Bu iddianın ispatı gerekiyor. Ve bu ispatı Sevgili Peygamberimiz “Büyük Cihat” olarak adlandırıyor. Çünkü bu yolda nefsinle, şeytanla, sevdiklerinle, sevmediklerinle, malınla vs. karşı karşıya geleceksin ve yaptığın seçimler ilahi terazide senin ne kadar adam olduğunu ortaya çıkaracak. (Senden kastım ben)
Şimdi bir daha sadede gelelim. Herkes İslam davası iddiasında. Ama Sevgili Peygamberimiz (sav) diyor ki; “Ümmetim 73 fırkaya (görüşe, düşünceye, anlayışa vs.) ayrılacak. Biri kurtuluşa erecek. Diğerleri helak olacak.”
Yani mesele İslam davasında olmak değil sadece 70 ikinin dışında müjdelenen birin içinde olmak mesele. Yani Fırka–i Naciye’den olmak.
Her insanın mizacı farklıdır. Haliyle dava adamı olduğunu iddia eden kişi, mizacına göre davasına yansımaları olacaktır. İşte bu noktada benim için çok büyük önem arz eden, haddim olmasa da ölçü almaya gayret ettiğim birkaç olayı anlatacağım;
Bedir Harbini bilirsiniz. (Allah onlardan razı olsun) Savaştan önce gelenek haline gelen (Arap Savaşlarında) “er dileme” (Mübareze) hadisesi için taraflar içlerinden üçer kişi seçtiler. Peygamberimiz Ensar’dan üç kişiyi gönderdi. Ama müşrikler bu şanlı sahabeleri muhatap kabul etmediler ve kendi tanıdıklarını istediler. Hz. Ali (k.v) Hz. Hamza (r.a) Hz. Ubeyde (r.a) çıktı savaş alanına. Sözde kendi ayarlarında rakip isteyen bu kafirler, istediklerini elde ettiler ve birer kılıç darbesiyle yok olup gittiler…
Hendek Savaşını da bilirsiniz. Müşriklerden Amr b. Abdived kendisiyle savaşacak bir er, dava adamı istedi. O Amr ki, birçok savaşa katılmış, yiğitliğiyle nam salmış, boylu poslu, usta bir silahşör. Onunla dövüşmeye kimse cesaret edemezdi. Nitekim Amr’ın bu çağrısına Müslümanlardan da o an kimse cevap vermedi.
Bu durumu gören yiğitler yiğidi Hz. Ali alana çıkmak için izin istedi. Fakat Resulullah (sav) izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak Müslümanlara hitaben; “İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz Cennet?” diye bağırdı. Müslümanlardan yine ses çıkmayınca, Hz. Ali ikinci defa izin istedi. Resulullah kendi zırhını çıkarıp Ali’ye giydirdi, beline Zülfikar’ı taktı ve ellerini açarak dua etti.
Amr’ın karşısına çıkan Hz. Ali, kendisini tanıttı. Amr, Ali’nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Hz. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Kendisinin, savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse, üç teklifi olduğunu söyledi. Ya Müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, ya da kendisiyle dövüşmesini teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr dövüşmeyi seçti.
İlk saldırı Amr’dan geldi. Sıra kendisine geldiğinde Hz. Ali indirdiği darbe ile Amr’i cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.
Mute Savaşını da bilirsiniz. Daha savaşa gitmeden şahadetle müjdelenen şanlı komutanları olan bir savaştı Mute.
“Zeyd bin Harise’yi kumandan tayin ettim. Zeyd bin Harise şehit olursa yerine Cafer bin Ebu Talib geçsin. Cafer bin Ebu Talib şehit olursa, Abdullah bin Revaha geçsin. Abdullah bin Revaha da şehit olursa, Müslümanlar aralarından münasip birini seçip onu kendilerine kumandan yapsın.”
Bu hadisi Şerife binaen sıra Abdullah b. Revaha’ya gelmişti. Bir an şeytan ve nefsi önüne çıktı. Eşlerini, çocuklarını, mallarını gözünün önüne koydular. Aldırmadı, aldanmadı. Eğer sağ kalırsam hepsinden vazgeçtim andını içti ve mutlu sona ulaştı. Şehit oldu.
Günümüze gelirsek, her alanda olduğu gibi bu alanda da gerçeği zerresine kadar haykıran Prof. Dr. Haydar Baş’ın “Rahmet–el lil Alemin” adlı eserindeki şu tespitleri hem dava hemde dava adamı iddiasındakiler için olmazsa olmazlardır;
“…Müminler, Hakk’ın yardımı ile kendi ayakları üzerinde, kendi güçleri üzerinde durmak ve yükselmek zorundadırlar. Aksi halde ikiyüzlü, samimiyet yoksunu dava işportacıları tarafından sancağın yüzüstü bırakılması kaçınılmazdır. Bu ise davanın bel kemiğine en kritik ortamda indirilebilecek ağır bir darbe olur…” (Cilt 1 sh:312)
“Toplama insanlar, cazip imkânlarla elde edilmiş insanlar, eksikleri giderilmeden, fazlalıkları yontulmadan kendisine vazifeler verilmiş insanlar üzerine dava bina edilemez. Böyle insanlarla yola çıkılmaz ve dava yürümez.
Başında, etrafındaki insanları çile ve imtihanla yoğuracak, olayların ve hizmetin içerisinde teslimiyetlerini deneyecek, Allah’a (c.c) yakın olmalarına mani olan kibir, riya, haset gibi her türlü nefsi hastalıklarını bertaraf edip, feyizle ve muhabbetle de kalplerini süsleyerek, tatmin edecek bir lideri olmaksızın yola çıkılan her davanın akamete uğraması mukadderdir.” (sh:364)
“Hak yolda mücadelede zaman zaman düşüşler, kalkışlar, iniş, çıkışlar, mağlubiyet ve zaferler olabilir. Fakat unutulmamalıdır ki; hadiselerin zahir ve batın birçok yönü olduğu gibi, kaderi ilahiye bakan tarafı da vardır. Ancak nihai zafer, samimi olarak inananların ve hak yolda sabır, sebat gösterenlerindir…” (sh:323)
“...O halde inandım diyen insana düşen vazife, Kuran’ın örnek gösterdiği rehber insanları hizmette, gayrette, ahlakta, fazilette, kardeşlikte, şefkatte hâsılı hayatın her yönünde örnek olmak, onlara varis olmaktır. Aynı mana ve ruh içerisinde İslam’a, imana, Hakk’a sahip çıkmak, aynı hassasiyet ve teslimiyet içerisinde hak dostlarıyla beraber olmaktır. Düşmanın, küfür ve nifak ehlinin oyunlarına aldanmayıp, can ve mal pahasına da olsa Hak yolda sabır ve sebat göstermektir…” (sh:349)
Evet, zaman değişti, insanların isimleri vs. değişti. Ama mücadele hep aynı. Hak, batıl mücadelesi. Hele günümüzde yaşadığımız, tanık olduğumuz olaylar Resulullah’ı ve ashabını hatırlatıyor bana. Onların yokluğa, çileye, zamanın süper güçlerine karşı davaları uğruna verdikleri mücadeleye hayran hayran bakıyorum. Karınca misali, onlar gibi olamasam da, bari onların yolunda olmayı, ölmeyi diliyorum Yüce Allah’tan…
Akın Aydın / diğer yazıları
- Erdoğan: ‘Toplu iğne yapamıyorduk toplu iğne’ / 31.10.2024
- Cumhuriyetin geleceğini tercihleriniz belirleyecek / 29.10.2024
- Dünden bugüne Cumhuriyet / 28.10.2024
- İnsanın şeytanlaşması / 27.10.2024
- Deliller iktidarın aleyhine / 26.10.2024
- AKP bu skandaldan da yırtar / 25.10.2024
- Kim derdi ki Devlet Bahçeli, İmralı’nın havarisi olacak! / 24.10.2024
- ‘Tehdit altındayız daha çok mülteciye ihtiyacımız var’ / 23.10.2024
- Hz. Ebu Talip’ten helallik istiyorum -3- / 21.10.2024
- Hz. Ebu Talip’ten helallik istiyorum – 2 / 20.10.2024
- Cumhuriyetin geleceğini tercihleriniz belirleyecek / 29.10.2024
- Dünden bugüne Cumhuriyet / 28.10.2024
- İnsanın şeytanlaşması / 27.10.2024
- Deliller iktidarın aleyhine / 26.10.2024
- AKP bu skandaldan da yırtar / 25.10.2024
- Kim derdi ki Devlet Bahçeli, İmralı’nın havarisi olacak! / 24.10.2024
- ‘Tehdit altındayız daha çok mülteciye ihtiyacımız var’ / 23.10.2024
- Hz. Ebu Talip’ten helallik istiyorum -3- / 21.10.2024
- Hz. Ebu Talip’ten helallik istiyorum – 2 / 20.10.2024