Mevlit, yada asıl ifadesi ile ‘mevlid-i nebi’; Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) doğumunu anlatan manzum eserlere ve bu doğumla ilgili yapılan merasimlere ad olmuş kavram bir kelimedir. Mekana isim olması yönüyle de “mevlid” doğumun gerçekleştiği yere, yani Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) evine de ad olmuştur. Bu kelimenin “mevlüt”, yada “mevlut” şeklinde telaffuz edilmesi yanlıştır.
Mevlid-i Nebi’nin bir başka anlamı, özellikle Müslüman Türk insanının genel hayatında var olan duygu ve coşkusunu manzum ifade etme anlayışının bir ürünü olmasıdır.
İmanının da bir kaçınılmaz gereği olan bu Nebevî aşkı manzum cümlelerle ifade etmek bu milletin mümeyyiz bir ayrıcalığıdır.
Baştan şunu ifade etmekte fayda var ki,
Mevlid okumak ve/veya okutmak;
Farz değildir.
Vacip değildir.
Sünnet değildir.
Ama;
Farza vesiledir.
Vacibe vesiledir.
Sünnete vesiledir.
Yani mevlid-i Nebî birçok güzelliğe sebeptir, vesiledir.
Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam): “Ölülerinizi hayırla anın” emrinin bir gereği olmuyor mu ölen bir dostumuzun ardından okuttuğumuz mevlit?
İncelendiğinde görülecektir ki, mevlidi meydana getiren dizeler, ya bir ayet-i kerimenin yada bir hadis-i şerifin şiir güzelliğinde ifade edilmesinden ibarettir.
Mevlidin “Tevhid Bahri” olarak isimlendirilen ilk bölümünü oluşturan baştan sona her beyit, ya bir ayettir, yada bir hadistir.
İlk beyti ele alın.
“Allah adın zikredelim evvela
Vacip oldur cümle işte her kula.”
Bu beyitte, zikrullahın/Allah’ı anmanın fazileti hakkında Kur’an’da ve sünnette geçen mansur ifadelere aykırı olan ne?
“Ey iman edenler Allah’ı çokça zikredin” ayetini bundan daha güzel manzum olarak nasıl söyleyebiliriz ki?
Peki;
“Allah adın olsa her işin önü,
Her giz ebter olmaya anın sonu”
Beyti ile;
“Allah’ın zikri ile (besmele ile) başlamayan her işin sonu ebterdir/bereketsizdir” hadis-i şerifi arasında ifade şekli dışında bir fark var mıdır?
Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam), Fil yılında, Rebi’ülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi dünyaya gelmiştir. Bu da, miladî takvime göre, 571 yılının Nisan ayının yirmisi olarak hesaplanmıştır. Onun doğduğu ev, Beytullah’ın doğusundaki Safa tepesinin yanında Mevlid sokağı diye adlandırılan yerdedir.
Resûlüllah’ın doğduğu gece, bir takım mucizevî olaylar zuhur etmiş; Kisra’nın sarayındaki burçlar çatlamış, bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedelerin (ateşperestlerin) ateşi sönmüştü. Ayrıca, doğumu anında orada bulunan kadınlar da bir takım harikuladeliklere şahit olmuşlardı.
Doğum anı bile bu tip olağan dışı olayların meydana gelmesine sebep olan birinin, bir kutlu insanın doğumunu asırlar sonra yâd etmek, bu doğum anını hayal edip bazı tazimlerde bulunmak niye sakıncalı olsun.
Abdulmuttalip, doğumdan yedi gün sonra Mekke’de büyük bir ziyafet tertiplemiş ve çocuğa, Arapların o güne kadar kullanmadıkları bir isim olan Muhammed adını verdiğini ilan etmişti.
İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır’da hüküm süren Fatımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîler, Hazret-i Ali (kerremellahu vechehû/Allah O’nun yüzü şerefli kılsın) ve Hazret-i Fatıma’nın (Allah O’ndan razı olsun) doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.
Sünnî Müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil’e çağırır ve kutlamalar gayet coşkulu bir şekilde cereyan ederdi.
Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke’de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır.
Mekke ve Medine’den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.
Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588’de resmî hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu.
Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) doğumunu ve hayatını medh ve senâ eden, “Mevlid” adını taşıyan çok eser kaleme alınmıştır. Bu eserler daha sonra, mevlid merasimlerinde, mevlidhanlar tarafından teğannî ile okunmaya başlanmıştır. Bunların Türkçede en meşhur olanı Süleyman Çelebi’nin Vesiletun-Necât adındaki mevlididir. Ancak, Süleyman Çelebi hakkında kaynaklarda pek fazla bir bilgi yoktur. Onun, Yıldırım Beyazıt zamanında Divan-ı Hümayûn Hocası olduğu, sonra da Bursa Ulu Camii’ne imam tayin edildiği bilinmektedir.
İstanbul kütüphanelerinde bulunan Mevlid nüshaları arasındaki farklardan, Süleyman Çelebi’nin kaleme almış olduğu Mevlidin bir hayli değiştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
İlk zamanlar, sırf Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) doğduğu zaman ve sadece camilerde okunan mevlid, sonraları hanendeler tarafından rastgele zamanlarda okunur olmuştur. Kandil gecelerinde, ölülerin ardından; kırkıncı, elli ikinci gecelerinde, sene-i devriyelerinde de mevlitler okunmaya başlanmıştır.
Mevlid metinlerini kaleme alanlar, hiç bir zaman hanendeler tarafından camilerde, makamlı bir şekilde, ibadet yapıyor süsü verilerek türkü, şarkı söyler gibi okunmasını akıllarına getirmemişler; yalnızca Hazret-i Resûlüllah’a olan aşırı sevgileri onları, onun hatırasını canlı tutmak için bu tür eserleri yazmaya sevk etmiştir.
Âlimler, mevlid okumak ve merasimler düzenlemek hakkında, ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, buna şiddetle karşı çıkarken, bazıları da, İslamî ölçülerin dışına çıkılmaması kaydıyla itiraz da bulunmamışlardır. Okunmasına cevaz verenler, inananların kalplerindeki Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) sevgisini canlı tutması ve ona olan muhabbeti artırmasındaki maslahatı gözetmişlerdir. Zira Resûlüllah’ı sevmek, imanın temel kıstaslarından biridir. Resûlüllah’ın şu hadisi şerifi bunun en açık delilidir: “Sonsuz kudret sahibi olan Allah’a yemin ederim ki, sizden hiçbiriniz beni babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, iman etmiş sayılmaz” (Buhari, İman 8).
Mevlid-i Nebi’nin bir başka anlamı, özellikle Müslüman Türk insanının genel hayatında var olan duygu ve coşkusunu manzum ifade etme anlayışının bir ürünü olmasıdır.
İmanının da bir kaçınılmaz gereği olan bu Nebevî aşkı manzum cümlelerle ifade etmek bu milletin mümeyyiz bir ayrıcalığıdır.
Baştan şunu ifade etmekte fayda var ki,
Mevlid okumak ve/veya okutmak;
Farz değildir.
Vacip değildir.
Sünnet değildir.
Ama;
Farza vesiledir.
Vacibe vesiledir.
Sünnete vesiledir.
Yani mevlid-i Nebî birçok güzelliğe sebeptir, vesiledir.
Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam): “Ölülerinizi hayırla anın” emrinin bir gereği olmuyor mu ölen bir dostumuzun ardından okuttuğumuz mevlit?
İncelendiğinde görülecektir ki, mevlidi meydana getiren dizeler, ya bir ayet-i kerimenin yada bir hadis-i şerifin şiir güzelliğinde ifade edilmesinden ibarettir.
Mevlidin “Tevhid Bahri” olarak isimlendirilen ilk bölümünü oluşturan baştan sona her beyit, ya bir ayettir, yada bir hadistir.
İlk beyti ele alın.
“Allah adın zikredelim evvela
Vacip oldur cümle işte her kula.”
Bu beyitte, zikrullahın/Allah’ı anmanın fazileti hakkında Kur’an’da ve sünnette geçen mansur ifadelere aykırı olan ne?
“Ey iman edenler Allah’ı çokça zikredin” ayetini bundan daha güzel manzum olarak nasıl söyleyebiliriz ki?
Peki;
“Allah adın olsa her işin önü,
Her giz ebter olmaya anın sonu”
Beyti ile;
“Allah’ın zikri ile (besmele ile) başlamayan her işin sonu ebterdir/bereketsizdir” hadis-i şerifi arasında ifade şekli dışında bir fark var mıdır?
Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam), Fil yılında, Rebi’ülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi dünyaya gelmiştir. Bu da, miladî takvime göre, 571 yılının Nisan ayının yirmisi olarak hesaplanmıştır. Onun doğduğu ev, Beytullah’ın doğusundaki Safa tepesinin yanında Mevlid sokağı diye adlandırılan yerdedir.
Resûlüllah’ın doğduğu gece, bir takım mucizevî olaylar zuhur etmiş; Kisra’nın sarayındaki burçlar çatlamış, bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedelerin (ateşperestlerin) ateşi sönmüştü. Ayrıca, doğumu anında orada bulunan kadınlar da bir takım harikuladeliklere şahit olmuşlardı.
Doğum anı bile bu tip olağan dışı olayların meydana gelmesine sebep olan birinin, bir kutlu insanın doğumunu asırlar sonra yâd etmek, bu doğum anını hayal edip bazı tazimlerde bulunmak niye sakıncalı olsun.
Abdulmuttalip, doğumdan yedi gün sonra Mekke’de büyük bir ziyafet tertiplemiş ve çocuğa, Arapların o güne kadar kullanmadıkları bir isim olan Muhammed adını verdiğini ilan etmişti.
İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır’da hüküm süren Fatımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîler, Hazret-i Ali (kerremellahu vechehû/Allah O’nun yüzü şerefli kılsın) ve Hazret-i Fatıma’nın (Allah O’ndan razı olsun) doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.
Sünnî Müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil’e çağırır ve kutlamalar gayet coşkulu bir şekilde cereyan ederdi.
Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke’de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır.
Mekke ve Medine’den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.
Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588’de resmî hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu.
Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) doğumunu ve hayatını medh ve senâ eden, “Mevlid” adını taşıyan çok eser kaleme alınmıştır. Bu eserler daha sonra, mevlid merasimlerinde, mevlidhanlar tarafından teğannî ile okunmaya başlanmıştır. Bunların Türkçede en meşhur olanı Süleyman Çelebi’nin Vesiletun-Necât adındaki mevlididir. Ancak, Süleyman Çelebi hakkında kaynaklarda pek fazla bir bilgi yoktur. Onun, Yıldırım Beyazıt zamanında Divan-ı Hümayûn Hocası olduğu, sonra da Bursa Ulu Camii’ne imam tayin edildiği bilinmektedir.
İstanbul kütüphanelerinde bulunan Mevlid nüshaları arasındaki farklardan, Süleyman Çelebi’nin kaleme almış olduğu Mevlidin bir hayli değiştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
İlk zamanlar, sırf Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) doğduğu zaman ve sadece camilerde okunan mevlid, sonraları hanendeler tarafından rastgele zamanlarda okunur olmuştur. Kandil gecelerinde, ölülerin ardından; kırkıncı, elli ikinci gecelerinde, sene-i devriyelerinde de mevlitler okunmaya başlanmıştır.
Mevlid metinlerini kaleme alanlar, hiç bir zaman hanendeler tarafından camilerde, makamlı bir şekilde, ibadet yapıyor süsü verilerek türkü, şarkı söyler gibi okunmasını akıllarına getirmemişler; yalnızca Hazret-i Resûlüllah’a olan aşırı sevgileri onları, onun hatırasını canlı tutmak için bu tür eserleri yazmaya sevk etmiştir.
Âlimler, mevlid okumak ve merasimler düzenlemek hakkında, ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, buna şiddetle karşı çıkarken, bazıları da, İslamî ölçülerin dışına çıkılmaması kaydıyla itiraz da bulunmamışlardır. Okunmasına cevaz verenler, inananların kalplerindeki Hazret-i Resûlüllah’ın (aleyhissalatü vesselam) sevgisini canlı tutması ve ona olan muhabbeti artırmasındaki maslahatı gözetmişlerdir. Zira Resûlüllah’ı sevmek, imanın temel kıstaslarından biridir. Resûlüllah’ın şu hadisi şerifi bunun en açık delilidir: “Sonsuz kudret sahibi olan Allah’a yemin ederim ki, sizden hiçbiriniz beni babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, iman etmiş sayılmaz” (Buhari, İman 8).
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Müslim Karabacak / diğer yazıları
- Ana-baba hakları-2 / 30.04.2024
- Ana-baba hakları -1 / 25.04.2024
- Müşriklerle hicv / 21.04.2024
- Kıyas önemlidir.... / 14.04.2024
- Kur'anı doğru anlamak / 13.04.2024
- Şimdi sırada "Dinsel Dönüşüm" var / 07.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -5 / 03.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -4 / 27.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -3 / 26.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -2 / 21.03.2024
- Ana-baba hakları -1 / 25.04.2024
- Müşriklerle hicv / 21.04.2024
- Kıyas önemlidir.... / 14.04.2024
- Kur'anı doğru anlamak / 13.04.2024
- Şimdi sırada "Dinsel Dönüşüm" var / 07.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -5 / 03.04.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -4 / 27.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -3 / 26.03.2024
- Ramazanda; Dua... Dua...Dua.. -2 / 21.03.2024