AB ile yaşadığımız son gelişmeleri ifade etmesi açısından Mustafa Kemal Atatürk'ün şu veciz sözleri önemlidir "Bir ulus, varlığı ve hukuku için bütün gücüyle, bütün düşünce ve maddi güçleriyle ilgilenmezse, bir ulus kendi gücüne dayanarak varlığını ve özgürlüğünü sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz".
Evet, "şunun bunun oyuncağı". Atatürk'ten sonra gelen siyasilerimizin ve özellikle de son iki yıldır AKP hükümetinin müthiş(!) icraatlarıyla geldiğimiz durumu gayet güzel özetleyen bir ifade.
Bizimle beraber ve bizden sonra AB'ye müracaat eden birçok ülke üye olmasına rağmen, hala AB hayaliyle yanıp tutuşmanın mantığı nedir?
Prof Dr. Haydar Baş Beyin ifadesiyle, resmen tam bir "tiyatro" oynanıyor.
Eylül ayının başlarında AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verhaugen "AB'nin müzakereler için yeni şartı yok" şeklinde beyanatta bulunmuştu.
Yine aynı dönemlerde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül: "Ev ödevlerimizin çoğunu tamamladık. AB ile müzakereler koşulsuz başlamalı" demişti.
Sayın Başbakanımız ise yaptığı basın açıklamalarında "şartlı evet"i kesinlikle kabul etmeyeceklerini beyan ediyordu.
Sonuçta beklenen gün geldi. 6 Ekim 2004. AB komisyonunun sunduğu rapor gözler önüne serilince, sayın Başbakanımızın o anlardaki yüz ifadesinden de anlaşılacağı üzere, tam bir fiyasko olduğu anlaşıldı.
Sayın Erdoğan "Eyvah, başaramadık" psikolojisiyle Türkiye'ye döndü.
Ama ne var ki, Türkiye'ye ayak bastığında gözlerine inanamadı. Bir anda kasvetli hava kalkmış, yerini pembe bir tablo almıştı.
Gözleri AB sevdasıyla -serabıyla- körelmiş AB şakşakçılarıyla "padişahım çok yaşa" tarzındaki bir coşkuyla , büyük kıtalar fethetmiş bir kahraman edasıyla karşılandı.
Hani Mevlana'nın mesnevisinde anlatılır, mandanın biri toprakta ayak izi bırakır ve sonra da oraya idrarla doldurur. Bu idrar dolu ayak izine ufak bir çalı parçası düşer. Sineğin biri de o çalının üzerine konar ve rüzgarın etkisiyle çalı hareket edince deryalar, okyanuslar aşıyorum zanneder.
Siyasilerimizin AB macerası da maalesef buna benziyor. 40 yıldır her gelen siyasimiz hep AB konusundaki attığı adımlardan, başarılardan bahseder, ama gelinen noktadan geri dönüp baktığımızda bir karıncanın attığı adım kadar bile ilerleme kaydedilmemiştir.
Konumuza tekrar dönecek olursak, Sayın Erdoğan gördüğü tezahürat, medyanın da pohpohlaması karşısında gerçekten de havaya girdi.
Öyle ya, imamın keçisi çalındı haberini, imam keçi çaldı diyecek kadar abartma ve ikna hünerine sahip bir takım medyamız için, karanlık tabloları pembe haline getirmek hiç de zor olmasa gerektir.
Sayın Erdoğan bu havaya girdikten sonra, kendisine "koşullu evet" hakkında soru sorulduğunda, "Koşullu evet söz konusu değil. Nereden çıkardınız? Nasıl tercüme ettiniz bilemiyorum. Herhalde yanlış bir iletişiminiz var" şeklinde cevap verdi.
Dedik ya havaya girdi diye.
Sen ne kadar inkar edersen et, örtmeye çalışırsan çalış ortada net olarak ifade edilmiş 187 sayfalık bir AB raporu mevcut.
"Qualified Yes" ifadesinin de İngilizce dilini bilenler için ne anlama geldiği de çok açıktır. Bu ifade bir kalıptır ve "şartlı evet" demektir. Ortada yanlış bir tercüme yok, sayın Erdoğan'ın da AB toplantısında ilk duyduğunda anladığı gibi, gayet net ve açık bir tercüme var.
6 Ekimden önce Avrupa ülkelerinin birçok gazetesinde bu gerçek zaten ifade edilmişti.
Örnek olarak İspanyol El Pais Gazetesi, AB komisyonunun müzakereler sırasında Türkiye ile herhangi bir sorun çıkması halinde görüşmelerin derhal askıya alınmasını öneren gizli rapor hazırladığını yazmıştı.
Bir tarafta sözle inkar ediyorsun, diğer tarafta ise resmi doküman, rapor ve toplantı öncesi aşağı yukarı birçok Avrupa gazetelerinin beyanatları var.
Para ile satın alınabilen, içimizde ama Türk milletine yabancı, olayları milletimizin bakması gerektiği açıdan değil, AB'nin göstermek istediği açıdan değerlendiren mütareke basını ,bu hezimeti toz pembe gösterebilir.
Ama şunu unutmamak lazımdır ki, gücünü kendi öz değerlerinden alan, milletin sesi ve refleksi olan, milli ve manevi değerlerimizi, Batının kokuşmuş kültüründen üstün tutan, doğruları ve gerçekleri başta Türk milletine ve sonra da dünyaya ulaştıran medya kuruluşları da her zaman olacaktır.
Anlaşılan o ki, Türk milletine bu hezimeti zafer olarak yutturmak mümkün olmayacak.
Evet, "şunun bunun oyuncağı". Atatürk'ten sonra gelen siyasilerimizin ve özellikle de son iki yıldır AKP hükümetinin müthiş(!) icraatlarıyla geldiğimiz durumu gayet güzel özetleyen bir ifade.
Bizimle beraber ve bizden sonra AB'ye müracaat eden birçok ülke üye olmasına rağmen, hala AB hayaliyle yanıp tutuşmanın mantığı nedir?
Prof Dr. Haydar Baş Beyin ifadesiyle, resmen tam bir "tiyatro" oynanıyor.
Eylül ayının başlarında AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verhaugen "AB'nin müzakereler için yeni şartı yok" şeklinde beyanatta bulunmuştu.
Yine aynı dönemlerde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül: "Ev ödevlerimizin çoğunu tamamladık. AB ile müzakereler koşulsuz başlamalı" demişti.
Sayın Başbakanımız ise yaptığı basın açıklamalarında "şartlı evet"i kesinlikle kabul etmeyeceklerini beyan ediyordu.
Sonuçta beklenen gün geldi. 6 Ekim 2004. AB komisyonunun sunduğu rapor gözler önüne serilince, sayın Başbakanımızın o anlardaki yüz ifadesinden de anlaşılacağı üzere, tam bir fiyasko olduğu anlaşıldı.
Sayın Erdoğan "Eyvah, başaramadık" psikolojisiyle Türkiye'ye döndü.
Ama ne var ki, Türkiye'ye ayak bastığında gözlerine inanamadı. Bir anda kasvetli hava kalkmış, yerini pembe bir tablo almıştı.
Gözleri AB sevdasıyla -serabıyla- körelmiş AB şakşakçılarıyla "padişahım çok yaşa" tarzındaki bir coşkuyla , büyük kıtalar fethetmiş bir kahraman edasıyla karşılandı.
Hani Mevlana'nın mesnevisinde anlatılır, mandanın biri toprakta ayak izi bırakır ve sonra da oraya idrarla doldurur. Bu idrar dolu ayak izine ufak bir çalı parçası düşer. Sineğin biri de o çalının üzerine konar ve rüzgarın etkisiyle çalı hareket edince deryalar, okyanuslar aşıyorum zanneder.
Siyasilerimizin AB macerası da maalesef buna benziyor. 40 yıldır her gelen siyasimiz hep AB konusundaki attığı adımlardan, başarılardan bahseder, ama gelinen noktadan geri dönüp baktığımızda bir karıncanın attığı adım kadar bile ilerleme kaydedilmemiştir.
Konumuza tekrar dönecek olursak, Sayın Erdoğan gördüğü tezahürat, medyanın da pohpohlaması karşısında gerçekten de havaya girdi.
Öyle ya, imamın keçisi çalındı haberini, imam keçi çaldı diyecek kadar abartma ve ikna hünerine sahip bir takım medyamız için, karanlık tabloları pembe haline getirmek hiç de zor olmasa gerektir.
Sayın Erdoğan bu havaya girdikten sonra, kendisine "koşullu evet" hakkında soru sorulduğunda, "Koşullu evet söz konusu değil. Nereden çıkardınız? Nasıl tercüme ettiniz bilemiyorum. Herhalde yanlış bir iletişiminiz var" şeklinde cevap verdi.
Dedik ya havaya girdi diye.
Sen ne kadar inkar edersen et, örtmeye çalışırsan çalış ortada net olarak ifade edilmiş 187 sayfalık bir AB raporu mevcut.
"Qualified Yes" ifadesinin de İngilizce dilini bilenler için ne anlama geldiği de çok açıktır. Bu ifade bir kalıptır ve "şartlı evet" demektir. Ortada yanlış bir tercüme yok, sayın Erdoğan'ın da AB toplantısında ilk duyduğunda anladığı gibi, gayet net ve açık bir tercüme var.
6 Ekimden önce Avrupa ülkelerinin birçok gazetesinde bu gerçek zaten ifade edilmişti.
Örnek olarak İspanyol El Pais Gazetesi, AB komisyonunun müzakereler sırasında Türkiye ile herhangi bir sorun çıkması halinde görüşmelerin derhal askıya alınmasını öneren gizli rapor hazırladığını yazmıştı.
Bir tarafta sözle inkar ediyorsun, diğer tarafta ise resmi doküman, rapor ve toplantı öncesi aşağı yukarı birçok Avrupa gazetelerinin beyanatları var.
Para ile satın alınabilen, içimizde ama Türk milletine yabancı, olayları milletimizin bakması gerektiği açıdan değil, AB'nin göstermek istediği açıdan değerlendiren mütareke basını ,bu hezimeti toz pembe gösterebilir.
Ama şunu unutmamak lazımdır ki, gücünü kendi öz değerlerinden alan, milletin sesi ve refleksi olan, milli ve manevi değerlerimizi, Batının kokuşmuş kültüründen üstün tutan, doğruları ve gerçekleri başta Türk milletine ve sonra da dünyaya ulaştıran medya kuruluşları da her zaman olacaktır.
Anlaşılan o ki, Türk milletine bu hezimeti zafer olarak yutturmak mümkün olmayacak.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Murat Çabas / diğer yazıları
- Ege politikamız da, Kıbrıs politikamız da fiyasko! / 19.04.2025
- Don felaketi tarımı vurdu, peki şimdi ne olacak? / 17.04.2025
- Prof. Dr. Haydar Baş’ı tanımak sorumluluk gerektirir / 16.04.2025
- 'O'nun yetiştirdikleri bu vatanın garantörleri, bu milletin yılmaz savunucularıdır' / 14.04.2025
- Birlik ve beraberliğe adanmış bir ömür / 12.04.2025
- Öcalan açılımı, terörsüz Türkiye’ye götürür mü? / 10.04.2025
- Siyasette 3. yol tek seçenek / 09.04.2025
- Milli Ekonomi Modeli’ne artık duyarsız kalabilir miyiz? / 08.04.2025
- Trump yeni gümrük tarifeleriyle neyi amaçlıyor? / 05.04.2025
- Kıbrıs sürecinde düşmanlık ve müzakere aynı anda! / 04.04.2025
- Don felaketi tarımı vurdu, peki şimdi ne olacak? / 17.04.2025
- Prof. Dr. Haydar Baş’ı tanımak sorumluluk gerektirir / 16.04.2025
- 'O'nun yetiştirdikleri bu vatanın garantörleri, bu milletin yılmaz savunucularıdır' / 14.04.2025
- Birlik ve beraberliğe adanmış bir ömür / 12.04.2025
- Öcalan açılımı, terörsüz Türkiye’ye götürür mü? / 10.04.2025
- Siyasette 3. yol tek seçenek / 09.04.2025
- Milli Ekonomi Modeli’ne artık duyarsız kalabilir miyiz? / 08.04.2025
- Trump yeni gümrük tarifeleriyle neyi amaçlıyor? / 05.04.2025
- Kıbrıs sürecinde düşmanlık ve müzakere aynı anda! / 04.04.2025