Kapalı Pazar diye bilinen cumartesi pazarı otogarın arkasında şimdiki gibi her gün kurulmazdı. Adından anlaşıldığı gibi cumartesi pazarıydı. Eskiden lisede edebiyat dersinden kaldığınız zaman tüm derslerden kaldığınız kabul edilirdi. Ağabeyimim de bu tayfadandı. Boş durmayı sevmediğinden yumurta satmaya başlamıştı. Bende cumartesi günleri ona yardıma giderdim. Onun tezgahının karşısında bir sepetin içine saman koyar yumurta satardım.
Küçük yaşta ticarete başlamama rağmen hiçbir zaman ticareti öğrenemedim. Ama tutumluydum biriktirdiğim paralarla sonrasında abime borç verirdim. Bizim evde portakal eksik olmaz pazardan alınırdı. Ama hiç Greyfurt alındığını bilmem. Babamın akrabası olan Sefer abiyi pazarda greyfurt alırken görünce bu meyveyi zenginlerin aldığını düşünmüştüm. Çünkü o doktordu ve Savaş Caddesinde oturuyordu. Akşam pazardan dönünce "abla greyfurtu zenginler mi alır niye biz almıyoruz "diye sordum. O da bana "sen yemezsin acı olur; suyunu sıkıp içiyorlar" dese de alın diye ısrar etmiştim. Ama tabi ki tadını beğenmemiştim.
Karşı komşumuz hacı teyzelere Romanya'dan misafirler gelmişti. Daha önce görmediğim küçük arabalarına doldurabildikleri kadar eşyayı da satmak üzere yanlarında getirmişlerdi. Bir akşam vakti bize çay içmeye geldiklerinde laf lafı açarken portakalı ancak iki ayda bir görebildiklerini söylediklerinde iyi ki orada yaşamıyorum demiştim. Onlar Köstence'den gelmişler ve orası liman kenti imiş. Azda olsa portakal görebiliyorlarmış ama diğer yerlerde yaşayanların o şansları da yokmuş. O zamanlar Almanya'dan gelenlerden karpuz dilimle satıyorlar diye duyuyordum.
Çocukluğumda mandalinayı portakala göre daha çok severdim. Mühürlü portakallarında yavruları olur onları yemek hoşuma giderdi. Kanlı portakal ise görünüş olarak ilginçti. Acaba portakalı nasıl kanlı yapıyorlar diye düşünürdüm. Yaşımız ilerlediğinden olsa mandalina portakal yerine şimdi greyfurt sever oldum.
Kış aylarında vücudun vitamin deposu meyveler ve içimizi ısıtan çay. İkisi de olmazsa ne yapardık. Osmanlı sarayında bunlar vardı. Ama saray dışındakiler göremiyordu. Çünkü halk kapıda kuldu yemese bilmese de olurdu. Bugün Türkiye'deki bu zenginlikleri Atatürk'e ve Cumhuriyete borçluyuz. İtalya'dan getirdiği fideleri Antalya, Mersin, Ege'de aşıladı. Bir tek narenciye mi…
Devlet üretme çiftlikleri, ilk fındık kongresi, merinos fabrikaları. O olmasa bugün ne portakalımız ne narenciye satarak Ruslara yaptırdığımız sanayi kuruluşları, demir çelik fabrikaları, basma fabrikaları, rafinerilerimiz olacaktı. Bunlar için tek kuruş ödemedik. Portakalı ülkene getirteceksin, üreteceksin, halkına yedireceksin. Yetmedi ihraç edip karşılığında dev sanayi tesisleri yaptırılmasını sağlayacaksın. Bu tesislerde milyonlarca kişi istihdam edildi. Aileler ve gelecekler şekillendi. O olmasa içtiğimiz çayı yediğimiz portakalı ithal edecektik.
İkinci kurtuluş savaşı ekonomik savaşımızdı ona göre. Cumhuriyeti kurduktan 3 yıl sonra 1926'da uçak fabrikasını açacak kadar mavi gözleri hep ufuktaydı. Geleceği görmek bu olsa gerek. Hastalıktan mikroptan korunmanın sağlıklı olmanın her zamandan daha önemli olduğu bu günlerde atamız bizi çok önceden düşünmüş. Ne diyelim Türk atasını bulunca işini de aşını da kavuşuyor. Şimdi sıra geleceğimiz için Baş'ımızı bulmaya geldi.
- Portakal’lı teknoloji / 01.03.2021
- Sen bitti dediğinde / 19.02.2021
- Şam’a girmek lazım ama nasıl? / 14.02.2020
- Pegasus da inişe geçecek gibi gözüküyor / 09.02.2020
- Yılan, yarasa ve Corona / 07.02.2020
- Deprem ve strateji / 27.01.2020