Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, harâm olduğu bilinmeyen, fakat harâm olma ihtimâli bulunan şeyleri terketme husûsunda: "Sana şüphe veren şeyi terket, şüphe vermeyene yönel!" buyurmuştur. Bununla birlikte, kullanılması şüpheli olan şeylerden sakınmayı yanlış yorumlayarak veya işi garip bir aşırılığa vardırarak helâl nimetlerden uzak durmak veya helâl olan nîmetler hakkında vesveseye düşüp gereksiz tereddütler uyandırmak da elbette ki doğru değildir. İslâm Dîni, her hususta olduğu gibi bu sahâda da itidal ve dengeyi emreder. Zîrâ İslâm'ın gâyesi, insanoğlunu bunaltmak değil, bilakis onu huzûr, sürûr ve sükûn içinde yaşatmaktır. Bunu da, kalb sarayının îmârıyla gerçekleştirir. Çünkü bütün güzellikler kalp cevherindedir. Bu da Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in kalbî hususiyetlerini, derinlik ve inceliklerini duyarak, hissederek ve yaşayarak mümkündür.Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, hiçbir günâhı olmadığı halde geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılar, yorgun düşünceye kadar saatlerce Kur'ân okurlardı. Allâh'ı en çok seven, zikreden ve O'ndan en çok korkan O idi.Namaz, kulun Rabbi ile buluşmasıdır. O'nun huzûruna çıkmasıdır. Hak âşıkları için doyulmaz bir heyecandır. Bu doyumsuz hâlin devâmı için nâfilelerle tatmîn yoluna giderler. Namazda teslîmiyet vardır. Onun içindir ki, nefse gîran gelir. Yalnız bu kadarı dahî, İslâm'ın hak ve namazın mutlak bir ibâdet olduğunu göstermeye kâfîdir. Nefislerine mahkûm olanlar, namaza yaklaşamazken, nefis engelini aşamayanlar da namazın sûret yapısında kalırlar ve gerçek namaz, pek az kimseye nasîp olur. Bu hakîkati Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, hadîs-i şerîflerinde şu şekilde ifâde ederler: "İki kişi, aynı zaman ve mekânda iki rekat namaz kılarlar, (ancak) aralarındaki fark, yer ile gök arası kadardır."Âişe -radıyallâhu anhâ- buyururlar: "Zaman zaman Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- namaza durduğunda yüreğinden kazan kaynaması gibi ses gelirdi. Ezân okunduğu vakit Allâh'ın huzûruna çıkacağı için etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi!.."O, çok zaman aç olarak oruca başlardı. Bazı zamanlar savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutarlardı. Sahâbî de böyle yapmak isteyince: "Siz güç yetiremezsiniz" buyururlardı.İbn-i Abbâs -radıyallâhü anhümâ-'nın rivâyetine göre, Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, peşpeşe birkaç gece aç sabahlar, hâne halkı da çoğu zaman akşamları yiyecek bir şey bulamazlardı. Zaten ekmekleri arpa ekmeği idi. Enes bin Mâlik -radıyallâhü anh-'ın bildirdiğine göre, Fâtımâ vâlidemiz, Peygamberimiz (sav)e pişirdiği ekmekten bir parça getirmiş ve Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-: "Bu nedir?" diye sorduğunda, "Pişirdiğim çörektir. Size getirmeden canım çekmedi" demişti. Fahr-i âlem -sallâllâhü aleyhi ve sellem-: "Üç gündür babanın ağzına giren ilk lokma bu olacak" buyurdu.Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre, Allâh Rasûlü (sav)in açlıktan beline taş bağladığı olurdu. Orucun başlıca fazîleti ve aslî gâyesi, dâimî bir ibâdet şuûru içinde nefis ile mücâdele etmek, onu baskı altına alarak mağlûp etmektir.