Çatışmanın ve savaşın egemen olduğu bir dünyada, elbette en çok aranılan “barış” olacaktır. Ancak, diğer olumlu kavramlar gibi, barış kavramının da içi boşaltıldı, anlamı kaydırıldı. Sömürülenle sömüren barıştan aynı şeyi anlamıyor. Sömürülene göre barışın sağlanması için sömürünün bitmesi gerekir. Sömüren ise tam zıddını düşünüyor. Yani barışı korumak için sömürüye karşı çıkılmamasını istiyor. Maalesef, günümüzde barış, genellikle sömürüye teslim olmak anlamında kullanılmaktadır.
Bir kere şu gerçeğin altını çizelim, İslâm yaşanmadan, yaşatılmadan dünyada barış olmaz. İslâm’ın bir diğer adının barış olduğunu bilenler, barış için asırlarca İslâm’a koşmuş ve Müslümanların fetihlerini desteklemişlerdir. Tarihçiler, Osmanlı’nın Hıristiyan Balkanlar’ı nasıl fethettiği ve orada sürekli nasıl yerleştiği konusunda kafa yordular. Vardıkları sonuç, Osmanlı’nın Balkanlar’a barış ve adalet getirdiği yönünde olmuştur. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyaya bakınız. Osmanlı’nın yıkılışından sonra barış yüzü görebildi mi? Barış getirecek bir milletin, önce bireylerinin kendileriyle barışık olması gerekir. Bunu da gerçekleştiren tek millet Müslümanlardır.
Aslında Batı dünyası, Müslümanlarla hiçbir zaman, hiçbir şekilde, gerçek bir barış yapmak istememiştir. Bugün de durum aynıdır. Batılıların “barış” dedikleri “uzlaşma” arayışıdır. Barışta, birbirini olduğu gibi kabul etmek, birbirinin hakkına, hukukuna riayet vardır. Uzlaşma ise karşılıklı taviz vererek, asgari müştereklerde buluşmaya denilmektir. Bir başka deyişle uzlaşmanın temeli tavizdir. Öyle ki, Batılılar, İslâm dininden taviz isteyerek, Müslümanları uzlaşmaya davet ediyorlar. İddiaları şudur: Dinlerarası diyalog ve medeniyetler ittifakı ile dinler uzlaştırılırsa küresel barış kendiliğinden gerçekleşir. Hâlbuki İslâm dininde uzlaşma küfürdür. Başka bir ifadeyle, dinleri uzlaştırmak mümkün olmayacağına göre “küresel barış” bir aldatmacadır.
Batılılar, gerçekten küresel barış istiyorlar mı? İstiyorlarsa, Kâfirun Süresindeki şu hükme uymalıdırlar: “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Müslümanlar olarak barışı severiz ve isteriz. Ancak barışımız Peygamber (sav) Efendimizin barışı gibi olmalıdır. Evet, Peygamber (sav) Efendimiz kâfirlerle barış yaptı, ama zerre kadar uzlaşmaya yanaşmadı. Günümüzde de Batılılar, Müslümanlara barış adı altında uzlaşma, daha doğrusu tahakküm teklif etmektedirler. Amerikalı tarihçi Dr. Gibbons, “Müslümanlar Efendi Değil, Dost Görmek İster” adlı kitabında, Müslümanlarla gayet güzel barış yapılabileceğini, Batılıların ise barış değil, Müslümanları tahakküm altına almak için uğraştığını yazar. Müslümanlar, imanını, izzetini ve şerefini koruduğu sürece böyle bir tahakküme asla katlanmazlar. Bu gerçek, 20 Nisan 1920 tarihli Hâkimiyeti Milliye gazetesinde şöyle ifade edilir: “Müslümanlar, nerede Fransız, Moskof, Hollandalı, hangi devlet ve milletin esareti altına girdilerse, bu, cahil oldukları zamanlarda ve cahil oldukları için vaki olmuştur. Ve hangi Müslüman millet yabancı ve Hıristiyan tahakkümüne isyan etti ise, İslâm’ın azamet ve vakarını anlayabilecek ilmi elde ettikten sonra isyan etmiştir.”
Ne yazık ki, son zamanlarda İslâm dünyasında yabancıların ve özellikle de ABD’nin tahakkümünün yararlı olduğunu savunan tipler zuhur etmiştir. İşin en garip ve en acı tarafı ise, bu tahakkümü savunanlar arasında Müslüman kılıklı kişilerin de bulunmasıdır. Bu kişiler, Müslümanların ilk ve en önemli görevinin, bağımsızlığı korumak olduğunu bilmiyor mu? Esasen, Müslüman olduğunu söyleyen her insan, aynı zamanda bütün dünyaya bağımsızlığını da ilân etmiş demektir. Müslümanlık, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy gibi “Ben ezelden beridir, hür yaşadım, hür yaşarım” diyerek haykırmayı zorunlu kılar. Çünkü Müslüman, ezelde Allah’a (cc) kulluk sözü vererek gerçek hürriyeti kazanmıştır. O hürriyeti kazanan, dünyada ne tahakkümü kabul eder, ne de küresel barış palavralarına aldanır.
Bir kere şu gerçeğin altını çizelim, İslâm yaşanmadan, yaşatılmadan dünyada barış olmaz. İslâm’ın bir diğer adının barış olduğunu bilenler, barış için asırlarca İslâm’a koşmuş ve Müslümanların fetihlerini desteklemişlerdir. Tarihçiler, Osmanlı’nın Hıristiyan Balkanlar’ı nasıl fethettiği ve orada sürekli nasıl yerleştiği konusunda kafa yordular. Vardıkları sonuç, Osmanlı’nın Balkanlar’a barış ve adalet getirdiği yönünde olmuştur. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyaya bakınız. Osmanlı’nın yıkılışından sonra barış yüzü görebildi mi? Barış getirecek bir milletin, önce bireylerinin kendileriyle barışık olması gerekir. Bunu da gerçekleştiren tek millet Müslümanlardır.
Aslında Batı dünyası, Müslümanlarla hiçbir zaman, hiçbir şekilde, gerçek bir barış yapmak istememiştir. Bugün de durum aynıdır. Batılıların “barış” dedikleri “uzlaşma” arayışıdır. Barışta, birbirini olduğu gibi kabul etmek, birbirinin hakkına, hukukuna riayet vardır. Uzlaşma ise karşılıklı taviz vererek, asgari müştereklerde buluşmaya denilmektir. Bir başka deyişle uzlaşmanın temeli tavizdir. Öyle ki, Batılılar, İslâm dininden taviz isteyerek, Müslümanları uzlaşmaya davet ediyorlar. İddiaları şudur: Dinlerarası diyalog ve medeniyetler ittifakı ile dinler uzlaştırılırsa küresel barış kendiliğinden gerçekleşir. Hâlbuki İslâm dininde uzlaşma küfürdür. Başka bir ifadeyle, dinleri uzlaştırmak mümkün olmayacağına göre “küresel barış” bir aldatmacadır.
Batılılar, gerçekten küresel barış istiyorlar mı? İstiyorlarsa, Kâfirun Süresindeki şu hükme uymalıdırlar: “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Müslümanlar olarak barışı severiz ve isteriz. Ancak barışımız Peygamber (sav) Efendimizin barışı gibi olmalıdır. Evet, Peygamber (sav) Efendimiz kâfirlerle barış yaptı, ama zerre kadar uzlaşmaya yanaşmadı. Günümüzde de Batılılar, Müslümanlara barış adı altında uzlaşma, daha doğrusu tahakküm teklif etmektedirler. Amerikalı tarihçi Dr. Gibbons, “Müslümanlar Efendi Değil, Dost Görmek İster” adlı kitabında, Müslümanlarla gayet güzel barış yapılabileceğini, Batılıların ise barış değil, Müslümanları tahakküm altına almak için uğraştığını yazar. Müslümanlar, imanını, izzetini ve şerefini koruduğu sürece böyle bir tahakküme asla katlanmazlar. Bu gerçek, 20 Nisan 1920 tarihli Hâkimiyeti Milliye gazetesinde şöyle ifade edilir: “Müslümanlar, nerede Fransız, Moskof, Hollandalı, hangi devlet ve milletin esareti altına girdilerse, bu, cahil oldukları zamanlarda ve cahil oldukları için vaki olmuştur. Ve hangi Müslüman millet yabancı ve Hıristiyan tahakkümüne isyan etti ise, İslâm’ın azamet ve vakarını anlayabilecek ilmi elde ettikten sonra isyan etmiştir.”
Ne yazık ki, son zamanlarda İslâm dünyasında yabancıların ve özellikle de ABD’nin tahakkümünün yararlı olduğunu savunan tipler zuhur etmiştir. İşin en garip ve en acı tarafı ise, bu tahakkümü savunanlar arasında Müslüman kılıklı kişilerin de bulunmasıdır. Bu kişiler, Müslümanların ilk ve en önemli görevinin, bağımsızlığı korumak olduğunu bilmiyor mu? Esasen, Müslüman olduğunu söyleyen her insan, aynı zamanda bütün dünyaya bağımsızlığını da ilân etmiş demektir. Müslümanlık, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy gibi “Ben ezelden beridir, hür yaşadım, hür yaşarım” diyerek haykırmayı zorunlu kılar. Çünkü Müslüman, ezelde Allah’a (cc) kulluk sözü vererek gerçek hürriyeti kazanmıştır. O hürriyeti kazanan, dünyada ne tahakkümü kabul eder, ne de küresel barış palavralarına aldanır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018