Uzun bir süredir siyasi haberleri izlememeye, konuşmaları dinlememeye özen gösteriyordum. Çünkü benim için düşünen insanların yazdıkları önemli. Eh, öyle herkesin yazdığını da sırf yazıyor diye okumak da doğru değil.
Kalem var, kalemcik var. Kiminden kan damlar, kiminden yağ damlar…
Geçen gün kendimi tutamayıp izlemek gibi bir gaflette bulundum… Maalesef ülkenin yönetiminde görev almış bazı siyasetçilerin çocukluğunu, gençliğini bildiğimiz için değerlendirmelerimiz de ona göre oluyor.
Doğrusu Levent Kırca, Aziz Nesin, Bedri Koraman ve Oğuz Aral gibi ustalar yaşasaydı neler yazar, neler çizerlerdi diye düşündüm ve gözümde canlandırdım. Gülmeden edemedim. Memleketin gülmeye ve gülümsemeye takati kalmasa da ihtiyacı var. Benimki bazı haberlerde kahkaha tufanına dönünce evdekiler merak ettiler.
Tabii, onların tepkisi "Aman boş ver şunları…" söyleminden ibaret.
Ancak bunlar öyle boş verilecek şeyler değil. Her zaman yazar, söylerim: "İki tane gerçek, bir tane sonuç vardır…" Gerçeklerden birisi başkasının sizin hakkınızda düşündüğüdür, diğeri sizin kendiniz hakkında düşündüğünüzdür. Üçüncü gerçek ise ilahi adaletin sizin hakkında düşündüğü ve sonucudur.
Yalan söylemek, birinin parasını hortumlamak, elindeki imkanları ele geçirmek için iftira atmak, adalet dahil başkalarını buna inandırmak başkalarının gerçeğidir. Çoğunlukla da başarılı olurlar. Hatta bizim oralarda bir söylem vardır: "Zenginin adaleti" diye… Eğer adaleti güçlü kılmaz iseniz sonuç hep zenginin adaleti oluverir.
* * *
Atatürk Türkiye'sini oluşturanlar din ve mezhep ayrımı yapmamış, günün şartlarında ve imkansızlıkları içerisinde hem bir ekonomik kalkınma hamlesi başlatmışlar, hem de halkın aydınlanması için devrimlere imza atmışlardır.
Eğer Atatürk başarısız olsaydı bugün tarih kitapları onu kurtarıcı değil başka bir sıfatla anacaktı. Neyse ki bu büyük deha; Türk insanını esir olmaktan ve yaşadığımız coğrafyayı vatan olarak yeniden imar etmeyi başardı.
Cahil politikacıların, kendileri gibi cahil kitleleri peşinden sürükleyebilmeleri ancak söyleyecekleri planlı yalanlar ile mümkündür.
Eskiden oyuncu veya şarkıcılar repliklerini unuttukları zaman onlara hatırlatmak için sahne önlerinde seyircinin görmediği bir kişinin oturduğu hafif bir çıkıntı vardı. Sahne altından geçilir, Sözcükleri fısıldayan kişinin sadece kafası görünür, seyirciye belli etmeden unutulan sözcükleri söylerdi.
Bu kişiye suflör denirdi. Hatırlatmaya da sufle vermek…
Hiç unutmuyorum… Sahne ve yer bende mahfuz kalsın, ünlü oyuncuların yer aldığı bir 'dram'da en can alıcı tiratta, acemi suflör sözcükleri karıştırmış, bütün ciddiyetin yitirilmesine neden olan hatırlatma da oyuncunun dudaklarından dökülünce salonda bir kahkaha tufanı kopmuştu. Dram olmuştu melodram...
O zamanlar şimdiki gibi kayıt cihazları yok. Filmi geri sarıp seyredemiyorsunuz. Oyun sonrası sanatçı ile suflör arasında sen öyle dedin, ben böyle dedin kavgası başlamış, rejisör; "Güzel oldu, bundan sonra bu sahneyi böyle oynayın" diyerek işi tatlıya bağlamıştı.
Şimdi maalesef bizim siyasetçilerimizde böyle. Elektronik prompter konuşmacıya ayak uyduramadı mı insanı kahkahaya boğan sonuçlar ortaya çıkıyor.
Eski Roma'da öyle söz ustaları vardır ki, senatörlerin suçlamalarına karşı sözleri ile kahraman ilan edilmişlerdir.
Belagat bir yetenektir ve kağıt kalem gerektirmez. Eskilerin deyimi ile irticalen konuşulur.
Konuşulacak konuları not etmek başka bir şeydir ancak önceden başkasının yazdığı bir konuşmayı tekrarlamak başka bir şeydir.
Bu sıralarda sık sık kullanmaya başladığımız "Mum'un öyküsü" gibi…
Bol gülücüklü günler dilerim.
- Rekabet ve geleceğin partisi olmak… / 05.04.2025
- İlahi adalet… / 04.04.2025
- Sahne… / 02.04.2025
- Sessizlik… / 01.04.2025
- Bayramlık… / 28.03.2025
- Gelecek kaygısı… / 21.03.2025
- VEFA… / 19.03.2025
- Doğruları söylemek… / 14.10.2024
- Haydar Hoca'yı hatırlarken… / 06.08.2024