Dünya barışı ciddi anlamda tehdit altında. Bunda gerçek faktör, 1989'da Rusya'nın dağılması ile ortaya çıkan tek kutuplu ABD'nin tutumudur. O yıla kadar iki kutuplu sayılan ve komünist dünya olarak bilinen ikinci bir blokun mevcudiyeti ister istemez ABD'yi ve Avrupa'yı daha temkinli davranmaya ve Türk-İslam dünyasını da dikkate almaya zorluyordu.
Ne var ki, komünist kesimin çökmesi ile birlikte süngüler özellikle Türk dünyasına çevrildi ve bu kesimin toparlanarak bir güç oluşturmasından ciddi olarak endişe duyuldu. Esasen Türkiye böyle yönetildiği sürece bu tür bir korkuyu neden taşırlar burası pek de bilinmez. Herhalde bu tutumun altında tarihin muhtelif dönemlerinde yaptıkları zulme karşı Osmanlı'nın vurduğu tokadın şuuraltı tepkileri yatmaktadır.
Tek kutuplu yeni yapılanmada, globalleşme ve küreselleşme adı altında yeni bir sömürü modeli geliştirilmiştir. Bu ABD ve Avrupa'nın bulduğu yeni sömürü düzenidir. Bu yeni düzünde mümkün olduğu kadar çatışma ve sürtüşme olmadan işleri tatlılıkla götürme yöntemi benimsenmiştir. Öyle ki bu yeni durumda fakirleşen ülkelere ve bölgelere mali yardım eli uzatılmaktadır. Bunun formülünü IMF ya da başka ad altında teşkilatlandırılmış dünya finans kurumları aracılığı ile yapmaktadır.
Seçilen yol; önce muhtaç kılma, yardıma el açar duruma düşürme ve yardım etme yoludur. Yardıma muhtaç duruma düşürmede en çok kullanılan yöntemlerden biri bölgesel çatışmaları el altından körüklemek ve teröre destek olmaktır. Bu şekilde elindeki kaynakları tüketen ülkelere gelip bu büyük blokun kapısını çalmaktadır. Yardım olarak sunulan ve iyi niyetli yaklaşım olarak görülen bu yardım eli ilgili ülkeye evvela bir yanlış reçete sunmakta, bu şekilde tam batağa saplandığı anda kendisinin tek taraflı olarak belirleyeceği şartlar çerçevesinde yardım dilimlerini takdim etmektedir. Bu usulün en açık uygulamasını Türkiye örneğinde gördük ve müdahalenin geldiği boyutu da Türk Telekom çekişmesinde yaşadık. Bir kurulun üyelerini ismen belirleyebilecek noktaya varan bu müdahale karşısında artık "mili egemenlik" kavramının bir kez daha gözden geçirilmesine sanırım gerek kalmamıştır.
Şu halde, küreselleşmede en geçerli yol ayrımcılığı körüklemek ve mozaiği parçalayıcı usulleri uygulamaktır. Gerçekten de, yeni dünya düzeninin ve küreselleşmenin acımasızlığı; bütün değil parçaları, toplumları milletleşme sürecinden geriye giderek kabile boy ve aşiret seviyesinde ele almaya dönük eğilimleri öne çıkarması, milli devletlerin tartışmaya açılması, yeni ve yapay azınlıklar peşinde olunması, ister istemez hoşgörü gibi bizim için hem önemli bir milli kültür özelliğinin, hem de evrensel kültüre mal olan bir kavramın uygulamadaki durumunu tartışmaya açmaktadır.
Bu konuda daha hızlı yol alabilmek için, 1998 tarihli "Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi" adı altında bir de sözleşmeyi imzaya açmışlardır. Bu sözleşmenin bazı hükümleri milli devlet açısından sıkıntı çıkaracak cinstendir. Gerçi bazı hükümleri ile devletin bölünmez bütünlüğünü koruma çabasına girmiş ve milli devlete bazı hak ve yetkiler tanımış ise de yine de çokça ayrılmış ve kopmuş bir toplumu bir arada tutmanın zorluğu ortadadır.
Yasal bazı tedbirlerle birlikte yaşamayı gerçekleştirmek yoluna gidebilir ise de, asıl olarak hoşgörüsüzlüğü giderici tedbirler almak çok daha etkilidir. UNESCO 1995 yılını "hoşgörü yılı" olarak kabul ve ilan etmiştir. Keza 1981 tarihli "Demokrasiye Karşı Tedbir Olarak Hoşgörüsüzlüğe İlişkin Bildirge" imzalanmıştır. Elbette ki, hoşgörünün milletlerarası alanda bir evrensel kültür unsuru olarak herkes tarafından kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak "haklının değil de güçlünün haklı görüldüğü bir dünya gerçeğinde fazla mesafe alınamamaktadır.
Oysa bu konuda Türklerin ve özellikle Osmanlı'nın sergilediği hoşgörü benimsense dünyada çoğulculuk ilkesi daha sağlıklı işleyecektir. Aksi halde 5000 ayrı grubun (etnik, dini vs.) bulunduğu bir dünyada ayrımcılığı körüklemek dünya barışına bir şey katmayacaktır. Oysa bu sorunları "genel insan hakları" bağlamında ele almak ve bütünlük içinde bir çözüm aramak ve önermek dünya barışı için daha sağlıklı olsa gerekir.
Aksi halde bu tek kutuplu gidişin sonu sahiplerine kesinlikle hayır getirmeyecektir. Dünyanın binlerce ayrı bölgesinde yakılan bu kıvılcım sonunda yangını çıkaranları da yakacaktır. İşte bu manzara fırtına öncesi sessizliği hatırlatmaktadır.
Ne var ki, komünist kesimin çökmesi ile birlikte süngüler özellikle Türk dünyasına çevrildi ve bu kesimin toparlanarak bir güç oluşturmasından ciddi olarak endişe duyuldu. Esasen Türkiye böyle yönetildiği sürece bu tür bir korkuyu neden taşırlar burası pek de bilinmez. Herhalde bu tutumun altında tarihin muhtelif dönemlerinde yaptıkları zulme karşı Osmanlı'nın vurduğu tokadın şuuraltı tepkileri yatmaktadır.
Tek kutuplu yeni yapılanmada, globalleşme ve küreselleşme adı altında yeni bir sömürü modeli geliştirilmiştir. Bu ABD ve Avrupa'nın bulduğu yeni sömürü düzenidir. Bu yeni düzünde mümkün olduğu kadar çatışma ve sürtüşme olmadan işleri tatlılıkla götürme yöntemi benimsenmiştir. Öyle ki bu yeni durumda fakirleşen ülkelere ve bölgelere mali yardım eli uzatılmaktadır. Bunun formülünü IMF ya da başka ad altında teşkilatlandırılmış dünya finans kurumları aracılığı ile yapmaktadır.
Seçilen yol; önce muhtaç kılma, yardıma el açar duruma düşürme ve yardım etme yoludur. Yardıma muhtaç duruma düşürmede en çok kullanılan yöntemlerden biri bölgesel çatışmaları el altından körüklemek ve teröre destek olmaktır. Bu şekilde elindeki kaynakları tüketen ülkelere gelip bu büyük blokun kapısını çalmaktadır. Yardım olarak sunulan ve iyi niyetli yaklaşım olarak görülen bu yardım eli ilgili ülkeye evvela bir yanlış reçete sunmakta, bu şekilde tam batağa saplandığı anda kendisinin tek taraflı olarak belirleyeceği şartlar çerçevesinde yardım dilimlerini takdim etmektedir. Bu usulün en açık uygulamasını Türkiye örneğinde gördük ve müdahalenin geldiği boyutu da Türk Telekom çekişmesinde yaşadık. Bir kurulun üyelerini ismen belirleyebilecek noktaya varan bu müdahale karşısında artık "mili egemenlik" kavramının bir kez daha gözden geçirilmesine sanırım gerek kalmamıştır.
Şu halde, küreselleşmede en geçerli yol ayrımcılığı körüklemek ve mozaiği parçalayıcı usulleri uygulamaktır. Gerçekten de, yeni dünya düzeninin ve küreselleşmenin acımasızlığı; bütün değil parçaları, toplumları milletleşme sürecinden geriye giderek kabile boy ve aşiret seviyesinde ele almaya dönük eğilimleri öne çıkarması, milli devletlerin tartışmaya açılması, yeni ve yapay azınlıklar peşinde olunması, ister istemez hoşgörü gibi bizim için hem önemli bir milli kültür özelliğinin, hem de evrensel kültüre mal olan bir kavramın uygulamadaki durumunu tartışmaya açmaktadır.
Bu konuda daha hızlı yol alabilmek için, 1998 tarihli "Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi" adı altında bir de sözleşmeyi imzaya açmışlardır. Bu sözleşmenin bazı hükümleri milli devlet açısından sıkıntı çıkaracak cinstendir. Gerçi bazı hükümleri ile devletin bölünmez bütünlüğünü koruma çabasına girmiş ve milli devlete bazı hak ve yetkiler tanımış ise de yine de çokça ayrılmış ve kopmuş bir toplumu bir arada tutmanın zorluğu ortadadır.
Yasal bazı tedbirlerle birlikte yaşamayı gerçekleştirmek yoluna gidebilir ise de, asıl olarak hoşgörüsüzlüğü giderici tedbirler almak çok daha etkilidir. UNESCO 1995 yılını "hoşgörü yılı" olarak kabul ve ilan etmiştir. Keza 1981 tarihli "Demokrasiye Karşı Tedbir Olarak Hoşgörüsüzlüğe İlişkin Bildirge" imzalanmıştır. Elbette ki, hoşgörünün milletlerarası alanda bir evrensel kültür unsuru olarak herkes tarafından kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak "haklının değil de güçlünün haklı görüldüğü bir dünya gerçeğinde fazla mesafe alınamamaktadır.
Oysa bu konuda Türklerin ve özellikle Osmanlı'nın sergilediği hoşgörü benimsense dünyada çoğulculuk ilkesi daha sağlıklı işleyecektir. Aksi halde 5000 ayrı grubun (etnik, dini vs.) bulunduğu bir dünyada ayrımcılığı körüklemek dünya barışına bir şey katmayacaktır. Oysa bu sorunları "genel insan hakları" bağlamında ele almak ve bütünlük içinde bir çözüm aramak ve önermek dünya barışı için daha sağlıklı olsa gerekir.
Aksi halde bu tek kutuplu gidişin sonu sahiplerine kesinlikle hayır getirmeyecektir. Dünyanın binlerce ayrı bölgesinde yakılan bu kıvılcım sonunda yangını çıkaranları da yakacaktır. İşte bu manzara fırtına öncesi sessizliği hatırlatmaktadır.
Burhan Kuzu / diğer yazıları
- Bir ulus yok ediliyor / 10.08.2001
- Sınırlı af kararı / 03.08.2001
- Dünya barışı ya da fırtına öncesi sessizlik / 20.07.2001
- İnsan kasapları Lahey'e götürülüyor / 13.07.2001
- Türkiye kötü yönetiliyor / 06.07.2001
- 78 yılda 56 parti kapatıldı / 29.06.2001
- Aileye şirket bakışı / 22.06.2001
- Azınlık hakları / 15.06.2001
- RTÜK Kanunu / 08.06.2001
- TÜSİAD'ın 10 emri / 01.06.2001
- Sınırlı af kararı / 03.08.2001
- Dünya barışı ya da fırtına öncesi sessizlik / 20.07.2001
- İnsan kasapları Lahey'e götürülüyor / 13.07.2001
- Türkiye kötü yönetiliyor / 06.07.2001
- 78 yılda 56 parti kapatıldı / 29.06.2001
- Aileye şirket bakışı / 22.06.2001
- Azınlık hakları / 15.06.2001
- RTÜK Kanunu / 08.06.2001
- TÜSİAD'ın 10 emri / 01.06.2001