Koruma diye tabii bir gerçek vardır. Her canlı hayatını sürdürebilmesi için, öncelikle ve istemese bile, elinde olmadan en basit bir refleksle de olsa kendisini korumak ister.
Devletlerin bütçelerinin en büyük giderinin savunma harcamaları olması, bu tabii refleksin adeta bir devlet politikasına dönüştüğünün ifadesidir.
Dünyada bir çok deprem kuşağı olduğunu biliyoruz. Hatta televizyonlardan maç izler gibi savaşların da izlendiği bir ortamda, birçok afet gibi depremleri de artık oturduğumuz yerden izleyebiliyoruz.
Aynı şiddette bir depremin başka başka ülkelerde farklı neticelerini de görüyoruz. Gerek can kaybı, gerek mal kaybı olarak binlerle, on binlerle ifade edilebilecek farklı neticeler sözkonusu.
Bunlardan bir tanesi de maalesef cennet vatanımız Türkiyemiz'dir. Türkiye'nin coğrafi olarak deprem kuşağında olduğunu herkes çok iyi bilmektedir. Hatta bu acı tecrübelerden nasibini almayan da yok gibidir.
Başta devlet, siyaset ve ilim adamları, deprem ve benzeri afetlerin ülkemiz ve insanımız açısından neler ifade ettiğini biliyorlar. Ama bütün bu bilgilere, tecrübelere rağmen yapılanmadaki ve yerleşim bölgelerindeki ilgisizlik, duyarsızlık, sakatlık, çarpıklık ve maalesef rant mantığı, her canlıda olan tabii refleksi bile bizde çok rahatlıkla uyuşturup rafa kaldırabiliyor.
Netice... Marmara depreminde ortaya çıktı. Hâlâ can ve mal kaybımızın kesin bilançosu belli değil. Şimdi bunları, niçin mi anlatıyorum... Ülkemizi bir başka deprem bölgesi yapmak istiyorlar. Oraya dikkat çekmek istiyorum.
Son bir misal vermek istiyorum. Yağışlı bir mevsim yaşıyoruz. Her sağanakta şehirlerimizi sel götürüyor. Evleri, işyerlerini sel basıyor. Bunlar yılda, üç-beş yılda değil, her yağmurda yaşanan acı tablolar.
Hani tedbirler, hani çareler, çözümler... Dedik ya; nasıl bir anlayış ki, orada tabii ve zaruri korunma refleksi bile yok!
Esas konuya gelmek gerekirse; yanlışlık, eksiklik, çarpıklık sadece insanımızın yaşadığı fiziki şartlarda değil, insanımızın bizzat kendisi için de sözkonusudur.
Bugün insanımıza, fert olarak, aile olarak ve millet olarak inanması, bilmesi, yaşaması, varlığını sürdürmesi için mutlak manada doğru ve gerekli olan bilgi ve donanımı verdiğimizi hiç kimse iddia edemez.
Her toplum ve cemiyette olduğu gibi bizde de olması gereken ortak değerler, idealler, gayeler, milli, manevi ve tarihi şuur, bilgi ve kültür maalesef yok olma noktasına kadar gelmiştir. Hatta bazı çevrelerde bu değerler "günah keçisi" muamelesi görmektedir.
Dünyanın en can alıcı bölgesinde bulunan Türkiye'nin bütün dengeleri elinde tutacak imkân ve fırsatlara, hatta böyle bir büyük sorumluluğa sahip olması gerekir iken; ülkemizin bugün ortaya koyduğu manzara, maalesef bitkisel hayata doğru gitmektedir.
Bu milletin bugün devleti, vatanı ve bağımsızlığı münakaşa konusu yapılmaktadır. Siyasi ve ekonomik iflaslar da sadece bunun içindir.
Ve çok daha acı ve vahim olanı, her türlü bunalım ve burhanlardan çıkması gereken milletin, dili de, dini de, örfü de, gelenekleri de "günah keçisi" ilan edilmiştir. Ahlak, edebiyat, tarih bilgisi ve şuuru tamamıyla ihmal ve inkâr edilerek zaafa uğratılmıştır.
Yani ülkemiz bir taraftan tabii afetlere karşı korumasız bırakıldığı gibi, globalleşen ve küreselleşen dünyada kendine has milli ve tarihi değerlerinden, dilinden, dininden, kültüründen de mahrum edilerek tam bir korumasızlığın içine itilmektedir.
En basit canlılar bile tabii refleksleri ile kendilerini korumaya çalışırken; bütün korunma reflekslerini kaybeden bir toplumu kim bilir neler bekliyor?
Devletlerin bütçelerinin en büyük giderinin savunma harcamaları olması, bu tabii refleksin adeta bir devlet politikasına dönüştüğünün ifadesidir.
Dünyada bir çok deprem kuşağı olduğunu biliyoruz. Hatta televizyonlardan maç izler gibi savaşların da izlendiği bir ortamda, birçok afet gibi depremleri de artık oturduğumuz yerden izleyebiliyoruz.
Aynı şiddette bir depremin başka başka ülkelerde farklı neticelerini de görüyoruz. Gerek can kaybı, gerek mal kaybı olarak binlerle, on binlerle ifade edilebilecek farklı neticeler sözkonusu.
Bunlardan bir tanesi de maalesef cennet vatanımız Türkiyemiz'dir. Türkiye'nin coğrafi olarak deprem kuşağında olduğunu herkes çok iyi bilmektedir. Hatta bu acı tecrübelerden nasibini almayan da yok gibidir.
Başta devlet, siyaset ve ilim adamları, deprem ve benzeri afetlerin ülkemiz ve insanımız açısından neler ifade ettiğini biliyorlar. Ama bütün bu bilgilere, tecrübelere rağmen yapılanmadaki ve yerleşim bölgelerindeki ilgisizlik, duyarsızlık, sakatlık, çarpıklık ve maalesef rant mantığı, her canlıda olan tabii refleksi bile bizde çok rahatlıkla uyuşturup rafa kaldırabiliyor.
Netice... Marmara depreminde ortaya çıktı. Hâlâ can ve mal kaybımızın kesin bilançosu belli değil. Şimdi bunları, niçin mi anlatıyorum... Ülkemizi bir başka deprem bölgesi yapmak istiyorlar. Oraya dikkat çekmek istiyorum.
Son bir misal vermek istiyorum. Yağışlı bir mevsim yaşıyoruz. Her sağanakta şehirlerimizi sel götürüyor. Evleri, işyerlerini sel basıyor. Bunlar yılda, üç-beş yılda değil, her yağmurda yaşanan acı tablolar.
Hani tedbirler, hani çareler, çözümler... Dedik ya; nasıl bir anlayış ki, orada tabii ve zaruri korunma refleksi bile yok!
Esas konuya gelmek gerekirse; yanlışlık, eksiklik, çarpıklık sadece insanımızın yaşadığı fiziki şartlarda değil, insanımızın bizzat kendisi için de sözkonusudur.
Bugün insanımıza, fert olarak, aile olarak ve millet olarak inanması, bilmesi, yaşaması, varlığını sürdürmesi için mutlak manada doğru ve gerekli olan bilgi ve donanımı verdiğimizi hiç kimse iddia edemez.
Her toplum ve cemiyette olduğu gibi bizde de olması gereken ortak değerler, idealler, gayeler, milli, manevi ve tarihi şuur, bilgi ve kültür maalesef yok olma noktasına kadar gelmiştir. Hatta bazı çevrelerde bu değerler "günah keçisi" muamelesi görmektedir.
Dünyanın en can alıcı bölgesinde bulunan Türkiye'nin bütün dengeleri elinde tutacak imkân ve fırsatlara, hatta böyle bir büyük sorumluluğa sahip olması gerekir iken; ülkemizin bugün ortaya koyduğu manzara, maalesef bitkisel hayata doğru gitmektedir.
Bu milletin bugün devleti, vatanı ve bağımsızlığı münakaşa konusu yapılmaktadır. Siyasi ve ekonomik iflaslar da sadece bunun içindir.
Ve çok daha acı ve vahim olanı, her türlü bunalım ve burhanlardan çıkması gereken milletin, dili de, dini de, örfü de, gelenekleri de "günah keçisi" ilan edilmiştir. Ahlak, edebiyat, tarih bilgisi ve şuuru tamamıyla ihmal ve inkâr edilerek zaafa uğratılmıştır.
Yani ülkemiz bir taraftan tabii afetlere karşı korumasız bırakıldığı gibi, globalleşen ve küreselleşen dünyada kendine has milli ve tarihi değerlerinden, dilinden, dininden, kültüründen de mahrum edilerek tam bir korumasızlığın içine itilmektedir.
En basit canlılar bile tabii refleksleri ile kendilerini korumaya çalışırken; bütün korunma reflekslerini kaybeden bir toplumu kim bilir neler bekliyor?
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Ali Gedik / diğer yazıları
- Milli Çözüm Milli Ekonomi Modeli / 03.07.2010
- Türkiye'nin çıkmazı / 02.07.2010
- Geleceğe yürüyebilmek adına / 14.05.2010
- Bir başka gerekçe ile Milli Ekonomi Modeli / 06.05.2010
- Son olaylar üzerine / 30.04.2010
- Kararı milletin kendisi verecek / 22.04.2010
- Problem temelde / 10.04.2010
- Anayasa değişikliği üzerine / 01.04.2010
- Siyaset nedir ve siyasetçi kimdir? / 30.03.2010
- Bu bir kör dövüşü müdür? / 26.03.2010
- Türkiye'nin çıkmazı / 02.07.2010
- Geleceğe yürüyebilmek adına / 14.05.2010
- Bir başka gerekçe ile Milli Ekonomi Modeli / 06.05.2010
- Son olaylar üzerine / 30.04.2010
- Kararı milletin kendisi verecek / 22.04.2010
- Problem temelde / 10.04.2010
- Anayasa değişikliği üzerine / 01.04.2010
- Siyaset nedir ve siyasetçi kimdir? / 30.03.2010
- Bu bir kör dövüşü müdür? / 26.03.2010