Atatürk’ün Müslüman devletlerle hukuku
Atatürk’ün hayatı incelendiğinde; Hıristiyan Batı’nın işgal ettiği Anadolu coğrafyasını kurtarmak için onlarla savaşan, hitabetinde Müslüman Türk’ü yücelten, gerçek İslam’ı ve gerçek din âlimlerini öven ve yanından ayırmayan, Kur’an okuyan, namaz kılan, oruç tutan bir lider çıkar karşımıza
11.03.2025 01:42:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi





Atatürk'ün hayatı incelendiğinde; Hıristiyan Batı'nın işgal ettiği Anadolu coğrafyasını kurtarmak için onlarla savaşan, hitabetinde Müslüman Türk'ü yücelten, gerçek İslam'ı ve gerçek din âlimlerini öven ve yanından ayırmayan, Kur'an okuyan, namaz kılan, oruç tutan bir lider çıkar karşımıza.
Ve farkında mısınız bu lider, döneminde hiçbir Müslüman devlete savaş açmadığı gibi, Kurtuluş Savaşı ile ezilen Müslüman devletler için bir örnek olmuştur.
Bu örnek oluşta Batı'nın emperyalist yayılmacı zihniyetine karşı bir başkaldırı ile onlara sahip çıkış da vardır.
Ancak bu sahip çıkış, enkazından yeni bir devleti oluşturduğu Osmanlı dönemindeki siyasetten farklı bir seyir izlemiştir.
Adeta o dönemin Türkiye'si, Arap İslam devletlerine, şimdiki Türk cumhuriyetlerine, İslam âlemine bir ağabey olmuştur.
Bakınız, Osmanlı padişahlarının siyasetlerini nasıl eleştirir:
"... Efendiler, Osmanlı tarihini tetkik edersek görürüz ki, bu bir milletin tarihi değildir. Milletimizin mazideki halini ifade eden bir şey değildir.
Belki milletin ve milletin başına geçen insanların hayatlarına, ihtiraslarına, teşebbüslerine ait bir hikâyedir...
Belki devletin ve milletin başına geçen insanların kendilerine mahsus siyasetleri vardı veyahut hiç siyasetleri yoktu.
Mesela, Fatih Sultan Mehmet, kendi ecdadından tesis etmiş olduğu Osmanlı Devleti ile Selçuklu Devleti tacına tevarüs etmişti ve İstanbul'un fethiyle Şarkî Osmanlı İmparatorluğu'na da tevasü etmişti. (genişlemişti).
Bundan sonra garba doğru tevasü (genişlemek) istiyordu. Fatih arzu ediyordu ki, Roma'yı da alsın ve Garbî İmparatorluğu tacını da başına koysun.
Birçok Avrupa ülkeleri zapt olundu fakat oralarda İslam anasırı yoktu; milet-i muhtelife (değişik milletler) vardı.
Denilebilir ki, Fatih'in siyaseti bir Garp siyaseti idi. Fatih'in ölümünden sonra Bayezid başka bir siyaset takip etti. Bu siyasetin rengi kabil-i ifade değildir.
Bayezid çok mütedeyyin ve itikadı taassub derecesinde idi. Fatih'in siyasetini takip etmedi.
Sonra Yavuz Sultan Selim geldi. O da başka bir siyasete teveccüh etti. Garp siyasetini bıraktı. Şark siyaseti, ittihad-ı İslam (Müslümanların birleşmesi) siyaseti takip etti. İran istikametinde nüfuzu iktidarını ibraz etti ve Mısır seferi neticesinde de hilafeti aldı.
Vefatında yerine geçen Kanuni başka bir siyaset takip etti. Yani hem Şark, hem Garp siyasetini takip eyledi, iki cepheli siyaset...
Belli başlı dört sultandan başka diğerlerini nazar-ı itibare alırsak onların hiçbir siyaset takip etmedikleri görülüyor."
Atatürk özellikle Müslüman dünya ile yakın ilişkiler kurmuş; onlara örnek bir lider haline gelmiştir.
Bu örnek oluş Türk ve Müslüman kimliğin öne çıkarıldığı; diğer halkların haklarına saygılı, onları egemenlik altına almak üzerine kurulu olmayan, bağımsızlıklarına saygılı bir dış politikadır.
Bir Bektaşî olan Atatürk'ün, Şii dünyanın başı İran'ın şahı Rıza Pehlevi ile olan dostluğu bilinmektedir.
Öyle ki, Şah Pehlevi Atatürk'e "menim birader" diyecek kadar yakın hissetmektedir kendisini.
Bakınız, henüz Meclis yeni açıldığı zamandan bahsediyoruz. 1920 senesinden. Siz hangi "dinsiz" Atatürk'ten bahsediyorsunuz.
Atatürk, henüz 1920 senesinde, İslam devletleri ile ileride kurulabilecek birlikteliklerden bahsediyor.
Ülkeyi işgal eden güçleri şuurlu bir şekilde haçlı olarak vasfeden ve işgali haçlı işgali olarak değerlendiren Atatürk, İslam devletleri ile inanç temelinde birleşerek birliktelikler kurmaktan söz ediyor.
24 Nisan 1920'de Meclis yeni açıldığında, savaş devam ederken, Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda söylediği sözlerdeki ölçüye, İslam âlemine bakışına dikkat ediniz:
"... Maddî ve manevî kuvvetler karşısında bütün cihan ve Hıristiyan siyasetinin en şiddetli hırslarla haçlı muharebesi yapmasına karşı sınır haricinde bize yardımcı olacak, birer dayanak noktası teşkile edecek kuvvetleri düşünmek mecburiyeti de pek tabii idi.
İşte haricen ifade etmemekle beraber, hakikatte bu dayanak noktasını aramaktan geri durmadık. Bittabi, selamet ve kurtuluş için yegâne kaynak İslam âleminin kuvvetleri olmuştu.
İslamiyet âlemi birçok bakımdan, milletimizle devletimizin bağımsızlığıyla yakından ve fevkalade bir surette alaka ve dinî bağlılığı olmakla ve bu veçhile bütün İslam âleminin mânen bize yardımcı ve destek olduğunu zaten kabul ediyoruz.
Düşmanların maddî kuvvetleri karşısında biz de bu manevî kuvvetlerin maddî tecelliyatına gelmek zaruretinde idik.
Dolayısıyla evvela, sınırımızla temasta bulunan bölgedeki dindaşlarımızla temasa gelmek lazım geldi.
Onsan sonra doğuda Kafkasya İslam milletleri ve batıda Batı Trakya; bunların hepsiyle muhtelif sûrette münasebetlere girişmiş bulunuyoruz.
(...) Herhalde Suriyeliler, herhangi bir yabancı devlet ile münasebetinin kendileri için neticede esaret olacağına kani oldular.
Dedik ki: Birlik kuvvet teşkil edeceğinden, bütün İslam âleminin mânen olduğu gibi maddeten de, müttefik ve birleşmiş olmasını şüphe yok ki büyük memnuniyetle karşılarız ve bunun içindir ki, bizim kendi sınırımız dahilinde ve millî hakimiyet esasına dayanmış olmak üzere serbest ve bağımsız olabilirler.
Bizimle anlaşmanın veya ittifakın üstünde bir şekil, ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat peyda edebiliriz.
(...) Irak'a gelince: Irak'ta İngilizlerin muameleleri İslam ahaliyi fevkalade gücendirmiş oldu.
Fakat biz onlara karşı, Suriyelilere söylediğimiz görüşü söylemekten başka bir şey yapmadık. Ettiğimiz kendi dâhilinizde, kendi kuvvetlerinizle, kendi mevcudiyetinizle bağımsızlığınızın teminine çalışıyoruz. Ondan sonra birleşmemiz için hiçbir mani kalmaz.
(.) Malumunuz Kafkasya; Kuzey Kafkasya, Çerkezistan, Gürcistan ve Ermenistan parçalarından meydana gelmektedir. Çerkezler başından beri fevkalade hassas bulundular, herhalde eskiden beri kendi vatanları olan Kuzey Kafkasya'da bağımsız yaşamak arzusunu, zevkini duymuşlar ve bunun için çalışmakta bulunmuşlardır.
Rusya malum ahvali Kuzey Kafkasya'daki bu emellerin bir an evvel tecelli mevkiine geçmesi için Çerkezleri teşvik etmiştir.
Kendi hayatlarını, kendi mevcudiyetlerini Türkiye'nin kurtuluşu, mevcudiyeti ve bağımsızlığı ile yakından alakadar görmüşler ve buraya gönülden bağlanmışlardır.
Oradaki dindaşlarımıza tavsiyemiz dahi yine kendi dahillerinde yine kendi kuvvetleriyle mevcudiyetlerini göstermek ve ispat etmek ve ondan sonra İslami bölgeler. yapabilecekleri sûrette birleşmek noktası olmuştur."
Buradaki İslam birliği fikri Atatürk'ün gizli vasiyetinde bahsi geçen Birleşmiş Milletler benzeri bir yapının hazırlanması ve hilafetin bu devletler arasında sıra ile uygulanması fikrine de uygundur." Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eseri sh: 801)
Ve farkında mısınız bu lider, döneminde hiçbir Müslüman devlete savaş açmadığı gibi, Kurtuluş Savaşı ile ezilen Müslüman devletler için bir örnek olmuştur.
Bu örnek oluşta Batı'nın emperyalist yayılmacı zihniyetine karşı bir başkaldırı ile onlara sahip çıkış da vardır.
Ancak bu sahip çıkış, enkazından yeni bir devleti oluşturduğu Osmanlı dönemindeki siyasetten farklı bir seyir izlemiştir.
Adeta o dönemin Türkiye'si, Arap İslam devletlerine, şimdiki Türk cumhuriyetlerine, İslam âlemine bir ağabey olmuştur.
Bakınız, Osmanlı padişahlarının siyasetlerini nasıl eleştirir:
"... Efendiler, Osmanlı tarihini tetkik edersek görürüz ki, bu bir milletin tarihi değildir. Milletimizin mazideki halini ifade eden bir şey değildir.
Belki milletin ve milletin başına geçen insanların hayatlarına, ihtiraslarına, teşebbüslerine ait bir hikâyedir...
Belki devletin ve milletin başına geçen insanların kendilerine mahsus siyasetleri vardı veyahut hiç siyasetleri yoktu.
Mesela, Fatih Sultan Mehmet, kendi ecdadından tesis etmiş olduğu Osmanlı Devleti ile Selçuklu Devleti tacına tevarüs etmişti ve İstanbul'un fethiyle Şarkî Osmanlı İmparatorluğu'na da tevasü etmişti. (genişlemişti).
Bundan sonra garba doğru tevasü (genişlemek) istiyordu. Fatih arzu ediyordu ki, Roma'yı da alsın ve Garbî İmparatorluğu tacını da başına koysun.
Birçok Avrupa ülkeleri zapt olundu fakat oralarda İslam anasırı yoktu; milet-i muhtelife (değişik milletler) vardı.
Denilebilir ki, Fatih'in siyaseti bir Garp siyaseti idi. Fatih'in ölümünden sonra Bayezid başka bir siyaset takip etti. Bu siyasetin rengi kabil-i ifade değildir.
Bayezid çok mütedeyyin ve itikadı taassub derecesinde idi. Fatih'in siyasetini takip etmedi.
Sonra Yavuz Sultan Selim geldi. O da başka bir siyasete teveccüh etti. Garp siyasetini bıraktı. Şark siyaseti, ittihad-ı İslam (Müslümanların birleşmesi) siyaseti takip etti. İran istikametinde nüfuzu iktidarını ibraz etti ve Mısır seferi neticesinde de hilafeti aldı.
Vefatında yerine geçen Kanuni başka bir siyaset takip etti. Yani hem Şark, hem Garp siyasetini takip eyledi, iki cepheli siyaset...
Belli başlı dört sultandan başka diğerlerini nazar-ı itibare alırsak onların hiçbir siyaset takip etmedikleri görülüyor."
Atatürk özellikle Müslüman dünya ile yakın ilişkiler kurmuş; onlara örnek bir lider haline gelmiştir.
Bu örnek oluş Türk ve Müslüman kimliğin öne çıkarıldığı; diğer halkların haklarına saygılı, onları egemenlik altına almak üzerine kurulu olmayan, bağımsızlıklarına saygılı bir dış politikadır.
Bir Bektaşî olan Atatürk'ün, Şii dünyanın başı İran'ın şahı Rıza Pehlevi ile olan dostluğu bilinmektedir.
Öyle ki, Şah Pehlevi Atatürk'e "menim birader" diyecek kadar yakın hissetmektedir kendisini.
Bakınız, henüz Meclis yeni açıldığı zamandan bahsediyoruz. 1920 senesinden. Siz hangi "dinsiz" Atatürk'ten bahsediyorsunuz.
Atatürk, henüz 1920 senesinde, İslam devletleri ile ileride kurulabilecek birlikteliklerden bahsediyor.
Ülkeyi işgal eden güçleri şuurlu bir şekilde haçlı olarak vasfeden ve işgali haçlı işgali olarak değerlendiren Atatürk, İslam devletleri ile inanç temelinde birleşerek birliktelikler kurmaktan söz ediyor.
24 Nisan 1920'de Meclis yeni açıldığında, savaş devam ederken, Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda söylediği sözlerdeki ölçüye, İslam âlemine bakışına dikkat ediniz:
"... Maddî ve manevî kuvvetler karşısında bütün cihan ve Hıristiyan siyasetinin en şiddetli hırslarla haçlı muharebesi yapmasına karşı sınır haricinde bize yardımcı olacak, birer dayanak noktası teşkile edecek kuvvetleri düşünmek mecburiyeti de pek tabii idi.
İşte haricen ifade etmemekle beraber, hakikatte bu dayanak noktasını aramaktan geri durmadık. Bittabi, selamet ve kurtuluş için yegâne kaynak İslam âleminin kuvvetleri olmuştu.
İslamiyet âlemi birçok bakımdan, milletimizle devletimizin bağımsızlığıyla yakından ve fevkalade bir surette alaka ve dinî bağlılığı olmakla ve bu veçhile bütün İslam âleminin mânen bize yardımcı ve destek olduğunu zaten kabul ediyoruz.
Düşmanların maddî kuvvetleri karşısında biz de bu manevî kuvvetlerin maddî tecelliyatına gelmek zaruretinde idik.
Dolayısıyla evvela, sınırımızla temasta bulunan bölgedeki dindaşlarımızla temasa gelmek lazım geldi.
Onsan sonra doğuda Kafkasya İslam milletleri ve batıda Batı Trakya; bunların hepsiyle muhtelif sûrette münasebetlere girişmiş bulunuyoruz.
(...) Herhalde Suriyeliler, herhangi bir yabancı devlet ile münasebetinin kendileri için neticede esaret olacağına kani oldular.
Dedik ki: Birlik kuvvet teşkil edeceğinden, bütün İslam âleminin mânen olduğu gibi maddeten de, müttefik ve birleşmiş olmasını şüphe yok ki büyük memnuniyetle karşılarız ve bunun içindir ki, bizim kendi sınırımız dahilinde ve millî hakimiyet esasına dayanmış olmak üzere serbest ve bağımsız olabilirler.
Bizimle anlaşmanın veya ittifakın üstünde bir şekil, ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat peyda edebiliriz.
(...) Irak'a gelince: Irak'ta İngilizlerin muameleleri İslam ahaliyi fevkalade gücendirmiş oldu.
Fakat biz onlara karşı, Suriyelilere söylediğimiz görüşü söylemekten başka bir şey yapmadık. Ettiğimiz kendi dâhilinizde, kendi kuvvetlerinizle, kendi mevcudiyetinizle bağımsızlığınızın teminine çalışıyoruz. Ondan sonra birleşmemiz için hiçbir mani kalmaz.
(.) Malumunuz Kafkasya; Kuzey Kafkasya, Çerkezistan, Gürcistan ve Ermenistan parçalarından meydana gelmektedir. Çerkezler başından beri fevkalade hassas bulundular, herhalde eskiden beri kendi vatanları olan Kuzey Kafkasya'da bağımsız yaşamak arzusunu, zevkini duymuşlar ve bunun için çalışmakta bulunmuşlardır.
Rusya malum ahvali Kuzey Kafkasya'daki bu emellerin bir an evvel tecelli mevkiine geçmesi için Çerkezleri teşvik etmiştir.
Kendi hayatlarını, kendi mevcudiyetlerini Türkiye'nin kurtuluşu, mevcudiyeti ve bağımsızlığı ile yakından alakadar görmüşler ve buraya gönülden bağlanmışlardır.
Oradaki dindaşlarımıza tavsiyemiz dahi yine kendi dahillerinde yine kendi kuvvetleriyle mevcudiyetlerini göstermek ve ispat etmek ve ondan sonra İslami bölgeler. yapabilecekleri sûrette birleşmek noktası olmuştur."
Buradaki İslam birliği fikri Atatürk'ün gizli vasiyetinde bahsi geçen Birleşmiş Milletler benzeri bir yapının hazırlanması ve hilafetin bu devletler arasında sıra ile uygulanması fikrine de uygundur." Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eseri sh: 801)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.