Dünya siyasi literatüründe en çok zikredilen tabirlerden biri de hiç şüphesiz "Şark Meselesi" olarak ifade edilen kullanımdır. Müslüman Türk'ün, Hıristiyan Batı Dünyası karşısında talihi döndükten sonra sıkça işitilmeye başlanan ve siyaset adamları ve tarihçiler tarafından bugüne kadar çeşitli şekillerde tanımlanan bu sözün öz manası kısaca, "Türkiye'nin Paylaşılması Meselesi"dir.
17. yüzyıl sonlarından itibaren "süper güç" olma özelliğini kaybeden Osmanlı Devleti toprakları üzerinde, başta İngiltere ve Rusya olmak üzere Batılı devletlerin bir menfaat mücadelesine girdikleri görülmektedir. İşte değişen "güç dengeleri"ne paralel olarak, artan bu nüfuz çatışmalarında, Osmanlı toprakları, odak noktasına dönüştürülmüştür. Bu manada ilk defa 1815 trihinde "Viyana Kongresi"nde Ruslar tarafından kullanılan "Şark Meselesi" deyimi, 19, Yüzyılın ilk yarısında Osmanlının toprak bütünlüğünün korunması ve halklarının sözde himaye edilmesi, aynı yüzyılın ikinci yarısında Türklerin Balkanlardaki topraklarının paylaşılması, 20. Yüzyılda ise Osmanlı İmpratorluğu'nun tüm topraklarının paylaşılması şeklinde ele alınmıştır(1). Fransız tarihçisi E. Driault, "Şark Meselesi"ni, İslam-Hıristiyan mücadelesi olarak yorumlarken(2), başka bir Fransız tarihçisi Albert Sorel, "Türkler Avrupa'ya ayak bastığı günden beri Şark Meselesi zuhur etti" diyerek meselenin aslında bir Türk Meselesi ve Türk düşmanlığı olduğunu vurgulamaktadır(3). A. Sorel, bu düşmanlığın temelinde kıskançlık, Haçlı ruhu, ezilmişlik ve benzeri hususların yattığına işaretle şunları söylemektedir; "Türkler Avrupa'da görünür görünmez ortaya bir "Şark Meselesi" çıktı... Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş, şarabını içip uyuklayan Avrupa'nın kapısından içeri giren bu dipdiri, erkek güzeli insanlar, yepyeni bir nizam içinde akıp gelen başarılı muazzam kuvvetler o zamanki Avrupalı'nın örümcekli ve bunalık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı doğurmuştur. Türklerin, uyuklayan Avrupalı'nın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yaratmıştır ki, aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve birgün; eski dipdiri delikanlının Hasta Adam(!) şekline sokulmasına rağmen, Avrupalılar'ın yirminci asır torunları dahi bu dehşet hastalığından ve Türk şokundan tamamen şifa bulamamıştır"(4). Konu ile alakalı bir diğer değerlendirmede de; "Avrupa büyük devletlerin Osmanlı imparatorluğunu iktisadi ve siyasi nüfuz ve hükmü altına almak veya ebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde yaşayan muhtelif milletlerin istiklallerini temin etmek istemelerinden doğan meselelerin tümü "Şark melesidir"(5) denilmektedir.
ŞARK MESELESİNİN SAFHALARI
Şark Meselesi belirgin hatlarıyla iki önemli safha geçirmiştir. Bunlardan ilki 1071-1683 yılları arasında gelişen olaylardır. Bu safhada Batı için "Şark Meselesi":
1- Türkleri Anadolu'ya sokmamak
2- Türkleri Anadolu'da durdurmak
3- Türklerin Rumeli'ye geçişini önlemek
4- İstanbul'un Türklerce fethine engel olmak
5- Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine ilerleyişine mani olmak... vb. politikalar uygulamaktı.
Şark Meselesi'nin Batılılarca bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu yurt edinmiş, Rumeli'ye geçmiş, Balkanlar'ı tamamen zabdetmiş ve Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak 1683 tarihinde tarihinde Türklerin Viyana önlerinden çekilişi, Şark Meselesi'nin birinci safhasını sona erdirmiş Avrupa saldırılarına karşı savunmaya geçilmiştir. 1920 yıllarına kadar devam eden ikinci safhada Şark Meselesi'nin gelişmesi şu şekildedir:
1- Balkanlardaki Hıristiyan halkları Osmanlı hakimiyetinden koparmak
2- Balkanlardan Türkleri tamamen temizlemek
3- İstanbul'u Türkler'den ele geçirmek
4- Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıklar lehine reformlar yaptırarak istiklallerini temin etmek
5- Nihayet, Anadolu'yu paylaşmak ve Türkler'i Anadolu'dan çıkarmak.
19. Yüzyılın hemen başlarından itibaren Osmanlı Devleti, büyük tehlikelerle ve güçlüklerle karşı karşıya kalmış; aynı yıllarda Batı'da modern (!) emperyalizm başlamıştı. Çarlık Rusyası, İngiltere, Fransa, Avusturya gibi devrin güçlü devletleri dünyanın büyük parçalarını ele geçirme yarışına girdikleri bu dönemde Osmanlı, Avrupa devletlerinin müdahalelerini önlemek için çaba sarfetmekte bunu da sömürgeci devletlerin menfaat çatışmasından faydalanmak suretiyle gerçekleştirmeye çalışmakmakta idi. Bu arada, Batı'ya yaranmak maksadıyla bir takım ıslahat hareketlerine girişilmiş, özellikle 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı bunun tipik gayretleri olmuştu. Ancak bu tedbirler Batılı devletlerin müdalele amaçlarını ne ortadan kaltırabilmiş ne de geçiktirebilmişti...
BATI'NIN HAÇLI RUHU
Şark Meselesi'nin halinde Batılı devletler arasındaki gizli paylaşım tasarıları ve antlaşmalar yanında, Osmanlı tebaası bir takım azınlıkların himaye (!) adı altında desteklenmesi, kışkırtılması şeklindeki politikalar da etkili olmuştur. Nitekim İmparatorluk yapısı, kozmopolit bir bünyeye sahip olup, azınlıklar cemaaatler halinde teşkilatlandırılmışlardı. Her cemaate din, mezhep ve kültür imtiyazları tanındığı gibi, medeni haklar bakımından da temsilcileri vasıtasıyla devletle işleyişleri düzenlenmekteydi. Dolaysıyla, Osmanlı tebaası ile ilgili meselelerin temelinde Batılı devletlerin çeşitli menfaatleri yanında, Batının Haçlı Ruhu'yla beslenen siyasi ve ideolojik tahrikleri de bu noktada önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Balkan miletleri, Rum, Ermeni gibi toplulukların kavmiyetçilik akımları tamamen bu tahriklerden kaynaklanmış görünmektedir.
TAHRİKLERİN KAYNA?I MİSYONER-AJANLAR
Ancak bu tahrik ve kışkırtmaların menşei Osmanlı ülkesine gelen "Misyoner-Ajanlar"ın faaliyetlerinde aranmalıdır.
Misyonerlik, Batını kültürel yayılmacılığının en önemli araçlarından birisi olmuştur. Osmanlı tapraklarında kurulan yabancı okullardaki misyonerlik çalışmaları, 1789 Fransız İhtilali ile gittikçe yaygın olan milliyetçilik akımlarının azınlıklar arasında yayılmasında oldukça etkili olmuştur. Bu dönemde protestan misyonerlerin 1840'lı yıllardan itibaren ihtilalci ve yıkıcı faaliyetlerini genişletmeye başladıkları görülmektedir.
Protestan misyonerlerin görünüşte, din ve mezhep çıkarları doğrultusunda yaptıkları bu faaliyetlerin temel amacı, Katolik tebaanın hamisi Fransa ve Avusturya ile Ortadoks tebaanın hamisi Çarlık Rusyası'na karşı, azınlık tebaa içinde siyasi bakımıdan güçlü ve İmparatorluğun iç işlerine müdahale edilmesinde bir Protestan topluluğu cemaati meydana getirebilmekti.
Katoliklerin propaganda faaliyetlerine başlamaları oldukça gerilere gitmektedir.
XVII. yüzyılın ilk yarısında ilk Katolik misyonerlerin faaliyetleri gözlenebilmektedir. 1461-1630 yılları arasında en iyi dönemlerini geçiren Ermeniler, 1630'lu yıllardan itibaren Osmanlı İmaparatorluğu'nun çöküşüne paralel olarak kendi aralarında mezhep kavgalarına başlamışlardı.
Cevdet Paşa, tarihinde(?) Osmanlı tebaası Ermeni cemaatinin durumuyla ilgili olarak şu bilgileri vermektedir.
"Hıristiyan tab'a-i Devlet-i aliyyeden olan Ermeni mileti Rum ve Katolik mezheplerinden ayrı olarak bir ayin-i mahsusda bulunup 1040 (M. 1630) tarihlerine değin içlerinde başka fırka olduğu bilinmez iken Frenk rahipleri bunların içine girüp gerek Dersaadet'te ve gerek Anadolu'nun bazı mahallerinde bir takım Ermeniler'i Roma'da bulunan Papa'nın riyaset-i ruhaniyesi tahtında olan ve mezheb-i umumi ma'nasına olarak Katolik denilen mezhebe davet ve ithal etmekde bulunmuşlar idi". (6)
Fransız Katolik misyonerlerin Ermeni cemaati arasında Katoliklik propagandası yaptığına dair Arşivlerimizde yüzlerce belge bulunmaktadır. Bunlardan bir örneği burada vermekle yetineceğiz: Gaziantep Şer'iyye Sicillerindeki kayıtlardan birisinde; "Ayıntab Naibine Ermeni taifesinden Çukur mahallesinde oturan bazı Ermeniler'in eski ayinlerini bırakıp kiliselere gelmedikleri ve millet-i Efranciyanın, -yani Batılı misyonerlerin-, onlara menfi telkinatta bulundukları..." (7) vurgulanmaktadır.
Bu türden Katolik misyonerlerin faaliyetleri neticesinde 1701-1702 yıllarında bir kısım Ermeniler'in mezhep değiştirerek Katolik oldukları ve Papalığa temayül ettikleri anlaşılmaktadır. Fransa bu türden misyoner faaliyetler sonunda, 1830 yıllarında, Ermeni Katolikleri'ni ayrı bir cemaat olarak kabul ettircektir.Böylece yıllardır din, mezhep ve hatta soy olarak bütünlük arzeden Ermeni cemaati parçalanmış oluyordu. Osmanlı Ermeniler'i bundan böyle bir yandan Eçmiyazin, bir yandan Roma ve diğer yandan da Fransa'nın siyasi koruması altına alınmış oluyordu.
Fransa'nın yanınıda Avusturya ve Rusya çeşitli mezheplere mensup Hıristiyan tebaa arasında, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki bir takım olayları da istismar etmek suretiyle "himaye" adı altında Osmanlı Devleti'nin içişlerine müdahele etmek imkanını bulmuşlardır.
Din ve mezhep meselelerini istismar eden misyoner faaliyetlere İngilizler de katılmakta gecikmedi. 1840 yılında Kudüs'te bir protestan kilisesinin inşaası için izin alan İngiltere, kısa sürede bu mabedin hizmete açılmasını sağladı (1842). Daha sonra İngiltere, İstanbul'daki büyükelçisinin girişimleri sonucu, Osmanlı payitahtında bir "Protestan Cemaati İdare Heyeti"nin kurulmasına (1846) muvaffak oldu. Bu cemaati İngiltere'nin İstanbul'daki elçisi himayesine aldığı gbi her ztürlü maddi ve manevi muavenetten de geri kalmadı. Bu cemaat daha sonra 1850 yılında bir fermanla "Ermeni Protestan Milleti" olarak, Osmanlı yönetim tarafından kabul edilecektir. İngiltere'nin bu faaliyetlerinin hemen arkasından ABD ve Almanya da devreye girerek İngiliz Konsolosluklarının yardımları sayesinde Osmanlı topraklarına gönderdikleri Protestan misyonerler ile, İmparatorlukta "Protestanlık propagandası"na yardımcı olmuşlardır.
Özellikle Amerika'da Türk düşmanlığı doğrultusundaki Ermeni propagandasının en büyük gücünü "Amerikan misyonerleri" ve "Amerikan Protestan Kilisesi" teşkil etmiştir. Anadolu'da ilk Amerikan misyoner merkezi Harput'ta 1852 tarihinde kurtulmuş 1859 yılında ise aynı yerde "Amerikan Misyoner Koleji "eğitime başlamıştır. Bu kolejin adı "Fırat Koleji" olup, amaç olarak da bölgede hizmet verebilecek Ermeni Protestan papazı yetiştirmeği hedeflemekteydi. (8)
PROPAGANDALAR ERMENİLERİ ETKİLİYOR
Protestan miyonerler aracılığı ile azınlık Hırisityan unsurların mezhep değiştirmelerine yönelik faaliyetler daha da hızlandı. Özellikle bu türden yıkıcı-bölücü propaganda karşısında Ermeni toplumu büyük ölçüde etkilenmişti. Bir yandan bu eğitim faaliyetleri yoluyla başta Ermeniler olmak üzere diğer hıristiyan azınlıklar arasında kendi ırki şuurlarını uyandırmaya ç alışırlarken, diğer yandan bu propagandalardan etkilenen bir çok zengin Hıristiyan aileler çocuklarını eğitim için Fransa başta olmak üzere Avrupa'ya gönderiyorlardı.
Her giden öğrenci ise radikal bir şekilde geri dönüyor, daha sonraki yıllarda Osmanlı topraklarında boy gösterecek isyan ve ihtilallerde ön plana çıkıyorlardı.
1821 yılında teşvik edilen, desteklenen Yunan ayaklanması, 3 Şubat 1830 tarihinde bir Yunan devletinin kurulması ile sonuçlanmıştı. İngiltere, Rusya ve Fransa tarafından 3 Şubat 1830 tarihinde imzalanan Londra Protokolü ile kurulan bu Yunan devleti, bu karışıklıklar içinde dahi günümüze kadar devam edecek olan bir 'devlet politikası' oluşturulmuştur. Bu Yunan politikası tamamen "Türk düşmanlığı" üzerine inşa edilmiş olan "Megali-idea"dır.
Haftaya: Yunan'ın Anadolu'daki tarihi emelleri
DİPNOTLAR:
1-E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Nizam-ı Cedik ve Tanzimat Devirleri (1789-1856), Ank. 1961, C: 5, 2.bs. s.203-204.
2-Edward Driault, Şark Meselesi (Bidayet-i Zuhurundan Zamanımıza Kadar) İst. 1912. S.17
3-Albert Sorel, Meseley-i Şarkiyye, (trc. Yusuf Ziya)
İst. 1911, s.6.
4-A.g.e
5-Cevdek Küçük. "Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika", Tarih Dergisi, Sayı:32 (Mart 1979), s.607.
6- Tarih-i Cevdet, C.II, Yeni tertip, 2, Baskı, İstanbul 1309 (1893), s. 93
7- Gaziantep Şeriyya Sicil Defteri, No: 71. s. 200
8- Misyonerlik konusunda geniş bilgi için Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş Dini ve Milli Bütünlümüze Yönelik Tehditler, İstanbul 2000
Oğuz KÖRO?LU
17. yüzyıl sonlarından itibaren "süper güç" olma özelliğini kaybeden Osmanlı Devleti toprakları üzerinde, başta İngiltere ve Rusya olmak üzere Batılı devletlerin bir menfaat mücadelesine girdikleri görülmektedir. İşte değişen "güç dengeleri"ne paralel olarak, artan bu nüfuz çatışmalarında, Osmanlı toprakları, odak noktasına dönüştürülmüştür. Bu manada ilk defa 1815 trihinde "Viyana Kongresi"nde Ruslar tarafından kullanılan "Şark Meselesi" deyimi, 19, Yüzyılın ilk yarısında Osmanlının toprak bütünlüğünün korunması ve halklarının sözde himaye edilmesi, aynı yüzyılın ikinci yarısında Türklerin Balkanlardaki topraklarının paylaşılması, 20. Yüzyılda ise Osmanlı İmpratorluğu'nun tüm topraklarının paylaşılması şeklinde ele alınmıştır(1). Fransız tarihçisi E. Driault, "Şark Meselesi"ni, İslam-Hıristiyan mücadelesi olarak yorumlarken(2), başka bir Fransız tarihçisi Albert Sorel, "Türkler Avrupa'ya ayak bastığı günden beri Şark Meselesi zuhur etti" diyerek meselenin aslında bir Türk Meselesi ve Türk düşmanlığı olduğunu vurgulamaktadır(3). A. Sorel, bu düşmanlığın temelinde kıskançlık, Haçlı ruhu, ezilmişlik ve benzeri hususların yattığına işaretle şunları söylemektedir; "Türkler Avrupa'da görünür görünmez ortaya bir "Şark Meselesi" çıktı... Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş, şarabını içip uyuklayan Avrupa'nın kapısından içeri giren bu dipdiri, erkek güzeli insanlar, yepyeni bir nizam içinde akıp gelen başarılı muazzam kuvvetler o zamanki Avrupalı'nın örümcekli ve bunalık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı doğurmuştur. Türklerin, uyuklayan Avrupalı'nın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yaratmıştır ki, aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve birgün; eski dipdiri delikanlının Hasta Adam(!) şekline sokulmasına rağmen, Avrupalılar'ın yirminci asır torunları dahi bu dehşet hastalığından ve Türk şokundan tamamen şifa bulamamıştır"(4). Konu ile alakalı bir diğer değerlendirmede de; "Avrupa büyük devletlerin Osmanlı imparatorluğunu iktisadi ve siyasi nüfuz ve hükmü altına almak veya ebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde yaşayan muhtelif milletlerin istiklallerini temin etmek istemelerinden doğan meselelerin tümü "Şark melesidir"(5) denilmektedir.
ŞARK MESELESİNİN SAFHALARI
Şark Meselesi belirgin hatlarıyla iki önemli safha geçirmiştir. Bunlardan ilki 1071-1683 yılları arasında gelişen olaylardır. Bu safhada Batı için "Şark Meselesi":
1- Türkleri Anadolu'ya sokmamak
2- Türkleri Anadolu'da durdurmak
3- Türklerin Rumeli'ye geçişini önlemek
4- İstanbul'un Türklerce fethine engel olmak
5- Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine ilerleyişine mani olmak... vb. politikalar uygulamaktı.
Şark Meselesi'nin Batılılarca bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu yurt edinmiş, Rumeli'ye geçmiş, Balkanlar'ı tamamen zabdetmiş ve Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak 1683 tarihinde tarihinde Türklerin Viyana önlerinden çekilişi, Şark Meselesi'nin birinci safhasını sona erdirmiş Avrupa saldırılarına karşı savunmaya geçilmiştir. 1920 yıllarına kadar devam eden ikinci safhada Şark Meselesi'nin gelişmesi şu şekildedir:
1- Balkanlardaki Hıristiyan halkları Osmanlı hakimiyetinden koparmak
2- Balkanlardan Türkleri tamamen temizlemek
3- İstanbul'u Türkler'den ele geçirmek
4- Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıklar lehine reformlar yaptırarak istiklallerini temin etmek
5- Nihayet, Anadolu'yu paylaşmak ve Türkler'i Anadolu'dan çıkarmak.
19. Yüzyılın hemen başlarından itibaren Osmanlı Devleti, büyük tehlikelerle ve güçlüklerle karşı karşıya kalmış; aynı yıllarda Batı'da modern (!) emperyalizm başlamıştı. Çarlık Rusyası, İngiltere, Fransa, Avusturya gibi devrin güçlü devletleri dünyanın büyük parçalarını ele geçirme yarışına girdikleri bu dönemde Osmanlı, Avrupa devletlerinin müdahalelerini önlemek için çaba sarfetmekte bunu da sömürgeci devletlerin menfaat çatışmasından faydalanmak suretiyle gerçekleştirmeye çalışmakmakta idi. Bu arada, Batı'ya yaranmak maksadıyla bir takım ıslahat hareketlerine girişilmiş, özellikle 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı bunun tipik gayretleri olmuştu. Ancak bu tedbirler Batılı devletlerin müdalele amaçlarını ne ortadan kaltırabilmiş ne de geçiktirebilmişti...
BATI'NIN HAÇLI RUHU
Şark Meselesi'nin halinde Batılı devletler arasındaki gizli paylaşım tasarıları ve antlaşmalar yanında, Osmanlı tebaası bir takım azınlıkların himaye (!) adı altında desteklenmesi, kışkırtılması şeklindeki politikalar da etkili olmuştur. Nitekim İmparatorluk yapısı, kozmopolit bir bünyeye sahip olup, azınlıklar cemaaatler halinde teşkilatlandırılmışlardı. Her cemaate din, mezhep ve kültür imtiyazları tanındığı gibi, medeni haklar bakımından da temsilcileri vasıtasıyla devletle işleyişleri düzenlenmekteydi. Dolaysıyla, Osmanlı tebaası ile ilgili meselelerin temelinde Batılı devletlerin çeşitli menfaatleri yanında, Batının Haçlı Ruhu'yla beslenen siyasi ve ideolojik tahrikleri de bu noktada önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Balkan miletleri, Rum, Ermeni gibi toplulukların kavmiyetçilik akımları tamamen bu tahriklerden kaynaklanmış görünmektedir.
TAHRİKLERİN KAYNA?I MİSYONER-AJANLAR
Ancak bu tahrik ve kışkırtmaların menşei Osmanlı ülkesine gelen "Misyoner-Ajanlar"ın faaliyetlerinde aranmalıdır.
Misyonerlik, Batını kültürel yayılmacılığının en önemli araçlarından birisi olmuştur. Osmanlı tapraklarında kurulan yabancı okullardaki misyonerlik çalışmaları, 1789 Fransız İhtilali ile gittikçe yaygın olan milliyetçilik akımlarının azınlıklar arasında yayılmasında oldukça etkili olmuştur. Bu dönemde protestan misyonerlerin 1840'lı yıllardan itibaren ihtilalci ve yıkıcı faaliyetlerini genişletmeye başladıkları görülmektedir.
Protestan misyonerlerin görünüşte, din ve mezhep çıkarları doğrultusunda yaptıkları bu faaliyetlerin temel amacı, Katolik tebaanın hamisi Fransa ve Avusturya ile Ortadoks tebaanın hamisi Çarlık Rusyası'na karşı, azınlık tebaa içinde siyasi bakımıdan güçlü ve İmparatorluğun iç işlerine müdahale edilmesinde bir Protestan topluluğu cemaati meydana getirebilmekti.
Katoliklerin propaganda faaliyetlerine başlamaları oldukça gerilere gitmektedir.
XVII. yüzyılın ilk yarısında ilk Katolik misyonerlerin faaliyetleri gözlenebilmektedir. 1461-1630 yılları arasında en iyi dönemlerini geçiren Ermeniler, 1630'lu yıllardan itibaren Osmanlı İmaparatorluğu'nun çöküşüne paralel olarak kendi aralarında mezhep kavgalarına başlamışlardı.
Cevdet Paşa, tarihinde(?) Osmanlı tebaası Ermeni cemaatinin durumuyla ilgili olarak şu bilgileri vermektedir.
"Hıristiyan tab'a-i Devlet-i aliyyeden olan Ermeni mileti Rum ve Katolik mezheplerinden ayrı olarak bir ayin-i mahsusda bulunup 1040 (M. 1630) tarihlerine değin içlerinde başka fırka olduğu bilinmez iken Frenk rahipleri bunların içine girüp gerek Dersaadet'te ve gerek Anadolu'nun bazı mahallerinde bir takım Ermeniler'i Roma'da bulunan Papa'nın riyaset-i ruhaniyesi tahtında olan ve mezheb-i umumi ma'nasına olarak Katolik denilen mezhebe davet ve ithal etmekde bulunmuşlar idi". (6)
Fransız Katolik misyonerlerin Ermeni cemaati arasında Katoliklik propagandası yaptığına dair Arşivlerimizde yüzlerce belge bulunmaktadır. Bunlardan bir örneği burada vermekle yetineceğiz: Gaziantep Şer'iyye Sicillerindeki kayıtlardan birisinde; "Ayıntab Naibine Ermeni taifesinden Çukur mahallesinde oturan bazı Ermeniler'in eski ayinlerini bırakıp kiliselere gelmedikleri ve millet-i Efranciyanın, -yani Batılı misyonerlerin-, onlara menfi telkinatta bulundukları..." (7) vurgulanmaktadır.
Bu türden Katolik misyonerlerin faaliyetleri neticesinde 1701-1702 yıllarında bir kısım Ermeniler'in mezhep değiştirerek Katolik oldukları ve Papalığa temayül ettikleri anlaşılmaktadır. Fransa bu türden misyoner faaliyetler sonunda, 1830 yıllarında, Ermeni Katolikleri'ni ayrı bir cemaat olarak kabul ettircektir.Böylece yıllardır din, mezhep ve hatta soy olarak bütünlük arzeden Ermeni cemaati parçalanmış oluyordu. Osmanlı Ermeniler'i bundan böyle bir yandan Eçmiyazin, bir yandan Roma ve diğer yandan da Fransa'nın siyasi koruması altına alınmış oluyordu.
Fransa'nın yanınıda Avusturya ve Rusya çeşitli mezheplere mensup Hıristiyan tebaa arasında, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki bir takım olayları da istismar etmek suretiyle "himaye" adı altında Osmanlı Devleti'nin içişlerine müdahele etmek imkanını bulmuşlardır.
Din ve mezhep meselelerini istismar eden misyoner faaliyetlere İngilizler de katılmakta gecikmedi. 1840 yılında Kudüs'te bir protestan kilisesinin inşaası için izin alan İngiltere, kısa sürede bu mabedin hizmete açılmasını sağladı (1842). Daha sonra İngiltere, İstanbul'daki büyükelçisinin girişimleri sonucu, Osmanlı payitahtında bir "Protestan Cemaati İdare Heyeti"nin kurulmasına (1846) muvaffak oldu. Bu cemaati İngiltere'nin İstanbul'daki elçisi himayesine aldığı gbi her ztürlü maddi ve manevi muavenetten de geri kalmadı. Bu cemaat daha sonra 1850 yılında bir fermanla "Ermeni Protestan Milleti" olarak, Osmanlı yönetim tarafından kabul edilecektir. İngiltere'nin bu faaliyetlerinin hemen arkasından ABD ve Almanya da devreye girerek İngiliz Konsolosluklarının yardımları sayesinde Osmanlı topraklarına gönderdikleri Protestan misyonerler ile, İmparatorlukta "Protestanlık propagandası"na yardımcı olmuşlardır.
Özellikle Amerika'da Türk düşmanlığı doğrultusundaki Ermeni propagandasının en büyük gücünü "Amerikan misyonerleri" ve "Amerikan Protestan Kilisesi" teşkil etmiştir. Anadolu'da ilk Amerikan misyoner merkezi Harput'ta 1852 tarihinde kurtulmuş 1859 yılında ise aynı yerde "Amerikan Misyoner Koleji "eğitime başlamıştır. Bu kolejin adı "Fırat Koleji" olup, amaç olarak da bölgede hizmet verebilecek Ermeni Protestan papazı yetiştirmeği hedeflemekteydi. (8)
PROPAGANDALAR ERMENİLERİ ETKİLİYOR
Protestan miyonerler aracılığı ile azınlık Hırisityan unsurların mezhep değiştirmelerine yönelik faaliyetler daha da hızlandı. Özellikle bu türden yıkıcı-bölücü propaganda karşısında Ermeni toplumu büyük ölçüde etkilenmişti. Bir yandan bu eğitim faaliyetleri yoluyla başta Ermeniler olmak üzere diğer hıristiyan azınlıklar arasında kendi ırki şuurlarını uyandırmaya ç alışırlarken, diğer yandan bu propagandalardan etkilenen bir çok zengin Hıristiyan aileler çocuklarını eğitim için Fransa başta olmak üzere Avrupa'ya gönderiyorlardı.
Her giden öğrenci ise radikal bir şekilde geri dönüyor, daha sonraki yıllarda Osmanlı topraklarında boy gösterecek isyan ve ihtilallerde ön plana çıkıyorlardı.
1821 yılında teşvik edilen, desteklenen Yunan ayaklanması, 3 Şubat 1830 tarihinde bir Yunan devletinin kurulması ile sonuçlanmıştı. İngiltere, Rusya ve Fransa tarafından 3 Şubat 1830 tarihinde imzalanan Londra Protokolü ile kurulan bu Yunan devleti, bu karışıklıklar içinde dahi günümüze kadar devam edecek olan bir 'devlet politikası' oluşturulmuştur. Bu Yunan politikası tamamen "Türk düşmanlığı" üzerine inşa edilmiş olan "Megali-idea"dır.
Haftaya: Yunan'ın Anadolu'daki tarihi emelleri
DİPNOTLAR:
1-E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Nizam-ı Cedik ve Tanzimat Devirleri (1789-1856), Ank. 1961, C: 5, 2.bs. s.203-204.
2-Edward Driault, Şark Meselesi (Bidayet-i Zuhurundan Zamanımıza Kadar) İst. 1912. S.17
3-Albert Sorel, Meseley-i Şarkiyye, (trc. Yusuf Ziya)
İst. 1911, s.6.
4-A.g.e
5-Cevdek Küçük. "Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika", Tarih Dergisi, Sayı:32 (Mart 1979), s.607.
6- Tarih-i Cevdet, C.II, Yeni tertip, 2, Baskı, İstanbul 1309 (1893), s. 93
7- Gaziantep Şeriyya Sicil Defteri, No: 71. s. 200
8- Misyonerlik konusunda geniş bilgi için Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş Dini ve Milli Bütünlümüze Yönelik Tehditler, İstanbul 2000
Oğuz KÖRO?LU
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.