Dini ve Milli günlerimiz, bayramlarımız birlik ve beraberliğin simgesiydi. Ancak yeni yüzyılla birlikte bu tablo değişti, değiştirildi. Artık çatışmanın, ayrışmanın, ayrıştırılmanın adına bayram dedik, milli gün dedik, dini gün dedik. Özellikle toplumun önündeki insanların, bu ayrışmaya ve nihayetinde çatışmaya kadar gitmeleri tesadüf mü, yoksa hassasiyetlerin galeyana gelmesi mi? Hiçbiri. Tamamen bu özel günlerde bilinçli bir şekilde oynanan bir tiyatro. Nasıl yani? İşte 29 Ekim. Kutladık mı, kavga mı ettik? Birileri (CHP ve ona yakın anlayışlar) sözde, Cumhuriyete sahiplenmeye kalktı. Güç ve iktidara gelenler ve onların destekçileri; Cumhur biziz, biz ne dersek, nasıl kutlarsak öyle olur, anlayışını ortaya sürdüler. Ve sözde kavga çıktı. Hâlbuki bu anlayışların biri Oslo’da masada otururken, diğeri Oslo’nun arkasındaydı. Biri, (terörün bitmesi için!) şeytanla bile görüşürüm, derken, diğeri “dağdaki genç arkadaşları ile görüşüyordu. Biri, anayasadan “Türk” kavramını kaldırma gayretinde iken diğeri “tamam Türkiyeli olalım” diyordu. Biri, İmralı muhatap alınmalı, derken diğeri “İmralı’daki tecridin kalkması gerektiğini, vurguluyordu. Biri, dağdakiler benim canım, ciğerim, derken diğeri, dağdan Avrupa’ya uçanlarla birlikte fotoğraf çektiriyordu. Biri, federasyona giden bütün yolları açma gayretindeyken diğeri, özerklikten bahsediyordu. Ve 29 Ekim geldi. Hepsi bir anda Cumhuriyetçi, Ulusalcı, Atatürkçü oldular. Gerçek kimliklerini saklayarak, kendilerine inandırdıkları toplumu karşı karşıya getirdiler. Ve bunun adına demokrasi dediler, cumhur dediler, hak dediler, özgürlük dediler. Ben de hepsine “hadi ordan” diyorum… Bayram kutlamaları ise ilginçliklerle doluydu. Bayram geçişi yapılıyor. Protokol tam kadro orada. Cumhurbaşkanı ayakta geçişi selamlıyor. Sunucu “Gençliğe Hitabeyi” okuyor. Tesadüf buya tam; “…Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir…” bölümünü okurken Sayın Başbakanın kulağına bir şeyler fısıldanıyor. Başbakan yerinden kalkıp, içeri geçiyor. Bir müddet sonra yerine dönüyor. O an haber kanalları “Ulus’ta” polisin müdahalesi ve müdahalenin sona ermesini bu fısıltıyla sona erdiğini haber veriyordu. Ama kazın ayağı hiç öyle değilmiş. Başbakan; “Ben barikatları kaldırın emrini vermedim” diyor. Yani ne olursa olsun, polisin bu yürüyüşü engellemesi gerektiğini vurguluyordu. Zaten daha sonra yaptığı açıklamada; Polisin görevini yapmadığını, belirtti. Emri kim vermişti? Cumhurbaşkanı. Haliyle Erdoğan için kabul edilemez bir durumdu. Zaten Almanya’ya giderken devletin zirvesinde yaşanan derin kavgayı da deşifre etti. Bu arada Ankara’daki olaylara havadan bakan bir Bakan vardı. İçişleri Bakanı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; “Üzücü şeyler oldu, umarım bir daha böyle şeyler yaşanmaz” diyerek bayramın nasıl geçtiğini resmi olarak teyit ediyordu. Erdoğan ise her zamanki gibi geçmişle bir hesaplaşma içindeydi. “Daha önceden biz törenlere eşli davet almıyorduk. Bizi buraya sokmayanlar utansın” (protokole) diyordu. Yine ilginçtir, böyle bir günde Sayın Başbakan, özel hayatı ile ilgili açıklama yapma gereği hissetti ve dedi ki; “Benim eşimle ve Hayrünnisa Hanım arasında tatsızlık olduğunu söylüyorlar. Böyle bir şey yok, yalan, uydurma. Nifak sokmaya çalışıyorlar. Boşuna gayret ediyorlar.” Osmanlı’yı “cumhurun” batırdığını göremeyen, “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü çözemeyen Hüseyin Çelik ise “cumhur” kelimesi ile su ve biber gazını aklamaya çalışıyordu. Ayrıca Çelik; Edirne’den Kars’a kadar Türkiye’yi şantiyeye çevirdiklerini dile getirerek bizim, “mücahitlikten müteahhitliğe soyundular” iddiamızı da resmen doğruluyordu. Devlet Bahçeli ise her zamanki gibi AKP’yi “ak” lama derdinde; “Bu gibi polemiklere girmemek lazım, eğer polis mensupları mecbur kalmışlarsa müdahale edebilirler.” En ilginç yorum ise yine bir AKP’li vekilden geldi. Bu gösteri ve olayların ardında Suriye’nin, Esad’ın olduğunu iddia etti. Yoruma gerek var mı? Neticede senaryosu yazılmış bir filmde, herkes iyi adam rolü oynamaz. Kimi iyi adamdır, kimi kötü adam, kimi hırsız, kimi katil, kimi kötü yola düşmüş, kimi yolunu kaybetmiştir filan. Zaten bu karakterler olmasa film tutmaz. Ama neticede hepsi artisttir. Anlaşıldı mı?..
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Akın Aydın / diğer yazıları
- Sahada yaşananlar Erdoğan’ı teyit etmiyor / 17.04.2025
- Erdoğan’ın ‘fakir fukara garip gureba’ çıkışı / 16.04.2025
- O zaman nedir bu Milli Ekonomi Modeli? / 15.04.2025
- O, benim bitmeyen rüyamdı -2- / 14.04.2025
- O, benim bitmeyen rüyamdı -1- / 13.04.2025
- İktidarın kutsal (!) haç ve Konstantinapol sessizliği / 11.04.2025
- İktidara karşı değilse istediğiniz kadar yürüyebilirsiniz / 10.04.2025
- Papazı nasıl aldık hatırlıyor musun? / 09.04.2025
- Siyasette üçüncü yol şart mı? / 08.04.2025
- Alparslan Türkeş’in vefat yıl dönümünden önce / 07.04.2025
- Erdoğan’ın ‘fakir fukara garip gureba’ çıkışı / 16.04.2025
- O zaman nedir bu Milli Ekonomi Modeli? / 15.04.2025
- O, benim bitmeyen rüyamdı -2- / 14.04.2025
- O, benim bitmeyen rüyamdı -1- / 13.04.2025
- İktidarın kutsal (!) haç ve Konstantinapol sessizliği / 11.04.2025
- İktidara karşı değilse istediğiniz kadar yürüyebilirsiniz / 10.04.2025
- Papazı nasıl aldık hatırlıyor musun? / 09.04.2025
- Siyasette üçüncü yol şart mı? / 08.04.2025
- Alparslan Türkeş’in vefat yıl dönümünden önce / 07.04.2025