Yeni yılın ilk sayısı olan İcmal'in Ocak sayısında şöyle yazmışız:
Aslında konu tartışmaya ihtiyaç duymayacak kadar açık ve net.
Bilmediğiniz, anlamadığınız bir dilde yazılmış olan bir sayfayı ya da bir kitabı okuyup bitirdikten sonra elbette; "çok güzel bir metin, çok şeyler öğrendim, ufkum genişledi, bilgilerime yeni bilgiler ekledim" diyebilmeniz mümkün değildir.
Herhangi bir metni okumadan önceki durumunuzla okuduktan sonraki durumunuzda bir değişiklik hasıl olması için kesinlikle okuduğunuz metni az ya da çok anlamış olmanız gerekmektedir.
Arapça ya da Almanca, İngilizce ya da Fransızca yazılmış bir metni okumuş sayılmanız için okuduğunuz metni anlamanız zaruridir, aksi takdirde "okudum" demenizin hiçbir anlamı olmaz.
Söz konusu dilleri biliyor olmanız gerekiyor ya da okuduğunuz metnin ana dilinize çevrilmiş olması gerekiyor.
Alemlerin Rabbinin insanlığa son mesajı olan Kur'an'ın, son elçi Hz. Muhammed aleyhisselamın dilinin Arapça olması hasebiyle o dil üzerine inzal ettiğini biliyoruz ki gerekçesini de şöyle beyan ediyor:
"Onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin dili ile gönderdik. Artık Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, güçlüdür; hikmet sahibidir."(İbrahim:4)
Her peygambere kendi dili ile kitap verilmesinin hikmeti, gönderilen o kitabın o kavme etraflıca ve derinlemesine açıklanmasında saklı imiş demek ki.
Biz Türkçe konuşan ve Yüce İslam ile şereflenmiş bir millet olarak Arap dili üzerine nazil olmuş olan hayat kitabımızla hayat bulabilmemiz için ya Kur'an dilini öğreneceğiz ya da konuştuğumuz, bildiğimiz dile tercüme edeceğiz.
Bütün bir millete ana dilinin dışında bir başka dili öğretmek mümkün olamayacağına göre kaçınılmaz olarak Türkçe tefsir ve meal çalışmaları yapılacaktır, yapılmalıdır.
Peki bu çalışmalar yapılmış mıdır?
Ne yazık ki yüz yıllarca Kur'an Türkçeye çevrilsin mi çevrilmesin mi tartışmaları yapılmıştır ama yine asırlarca bu olmazsa olmaz çalışmalar yapılmamıştır.
Osmanlı medreselerinde okutulan meşhur tefsirlerin tamamına yakını ne yazık ki Arapçadır.
Müslüman olan halk, iman ettiği hayat kitabının mesajını nasıl anlayacaktır peki?
Hal böyleyken, durum bu kadar açık ve net iken asırlar boyu devam eden Osmanlı toplumunda, uzman araştırmacıların beyanlarına göre Kur'an'ın baştan sona bir tercümesinin yapılmamış olması insanı hayretlere düşürecek bir durumdur.
Yine bu coğrafyada Cuma hutbelerinin asırlarca Arapça okunmuş olması da izahı mümkün olmayacak bir garabettir.
Camide huşu içinde hutbeyi dinleyen cemaatin konuştuğu dil başka ama minberdeki hatibin dili ise bambaşka, bu nasıl bir anlayıştır ve bu hal bir toplumda asırlarca nasıl sürdürülebilmiştir?
Bilinen bir gerçektir ki, Cuma hutbelerine Türkçe kısmının ilavesi, yani cemaatin anlayacağı dilden beş-on dakika nasihat edilmesi daha dün denecek kadar yakın bir tarihte başlamıştır.
Daha önce de çocukluk hatırası olarak bir yazımda ifade etmiştim; Ramazanda teravih namazından önce köyümüzün imamı cüz okuyor, Kur'an bilenler Kur'an'dan bilmeyenler de ezbere dinliyorlar.
Halen hayatta olan bir hacı amcamız da elinde Kur'an olduğu halde hocanın okumasını takip ediyor.
Sa'd suresinin de içinde bulunduğu 23. Cüzü okuduğumuz akşam, söz konusu surenin ikinci sayfası "İsbir" yani 'sabret' emri ile başladığı için, okuma bittikten sonra namaza kalkmadan hacı amcamız bir merakını dile getirerek şöyle demişti: "Allah Allah, demek ki İspir o zamanlar çok önemli bir şehir ki Kur'an'da adı geçiyor."
Bilindiği gibi İspir, Erzurum'un ilçelerinden biridir.
Hocamız o an için hiçbir şey demedi, diyemedi ve hiç kimsenin elinde ve evinde bir Kur'an meali olmadığı için takip eden günlerde de hacı amcamızın o merakı giderilemedi.
Bir cami dolusu genç-ihtiyar cemaat, okunan ayetleri huşu içinde her akşam dinliyor ama bir kelime bile anlamıyor.
Yaklaşık yarım asır evvel dahi toplum olarak Kur'an hakkındaki cehaletimiz ne yazık ki bu boyutlarda idi.
Yine akşamlardan bir akşam, bizim evde akrabalar toplanmış, merhum dedem, amcalarım, halalarım ve yakın komşular sohbet ediyorlar, ben de bir kenarda gaz lambasının ışığında ertesi gün hocaya dinleteceğim Kur'an sayfasını ezberlemeye çalışıyorum.
Yarım sayfadan biraz daha uzun olan Nur suresinin 61. Ayetini çalışıyorum.
"…Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kahyası olup anahtarları elinizde olan evlerde, ya da dostlarınızın evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde de bir sorumluluk yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, kendinize ehlinize Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selam verin. Allah size ayetleri, düşünesiniz diye böylece açıklar."
Bu ayette isimlere ekli olan çoğul zamirleri "küm, küm, küm…" şeklinde yer almaktadır. Ben ezberlemeye çalışırken bir ara sessizlik olduğunu fark ettim ve anladım ki evde bulunanlar toptan seslerini kesmişler benim okuduğum bu ayeti dinliyorlar, biraz sonra rahmetli dedem sessizliği bozdu ve şöyle dedi: "Mübarek, keşke bir anlasaydık ki acaba ne buyuruyor?"
(devam edecek…)
- Gelsin / 25.04.2025
- İktidara düşen… / 22.04.2025
- Yaşadıklarımızın resmidir / 21.04.2025
- Vefatının beşinci yıl dönümünde Haydar Baş tüm yurtta anılıyor / 15.04.2025
- Mevcut manzara seni üzmüyorsa… / 11.04.2025
- Yorgun / 08.04.2025
- Yaratıcının kolu olan kullar… / 28.03.2025
- Reçeteyi cebinde taşıyarak şifa bekleyen bir kitle / 25.03.2025
- Ahlakî ilkeler manzumesi bir sure… / 16.03.2025