23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı büyük bir coşkuyla kutladık. Bu bayram, sadece bir meclis açılışının yıl dönümü değildir. Aynı zamanda, saltanatın sona erip millet iradesinin kurumsallaştığı, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunun ilan edildiği gündür. Ve ne güzeldir ki bu büyük anlam, geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızla taçlandırılmıştır.
Evet, 23 Nisan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından çocuklara armağan edilmiştir. Çünkü Atatürk, sadece bir cumhuriyet kurmamış, aynı zamanda o cumhuriyetin bekasını çocukların omuzlarına yüklemiştir. Onlara olan inancını ise şu sözlerle ölümsüzleştirmiştir:
"Küçük hanımlar, küçük beyler... Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız."
Atatürk'ün bu yaklaşımı, çocuklara verilen değerin yalnızca sembolik bir jest değil, bir vizyon meselesi olduğunun göstergesidir.
Çocuklara ciddi anlamda değer veren başka bir isimden de söz etmek isterim: Prof. Dr. Haydar Baş hocamız. Onun dünyasında çocuk sevgisi bir duygudan öte, bir idealdir. Hocamızın vazgeçilmezleri arasında yer alan bu sevgi, sadece sözde değil, yaşamının her alanında kendini göstermiştir.
Buna en çarpıcı örnek, 1990'lı yıllarda yaşanmıştır. Hocamızın şirin mi şirin, tatlı mı tatlı bir kızı vardı: Fatıma Baş. Bu sevimli yavrucak, hocamızı çok sever, onun yolunu gözlerdi. Ne yazık ki bir gün, aniden gelişen bir şuur kaybıyla apar topar Trabzon Farabi Hastanesi'ne kaldırıldı. O andan itibaren, Fatımacığın yoğun bakım serüveni başlamış oldu. Bu sadece bir tıbbi süreç değil, aynı zamanda bir sevginin, inancın ve mücadelenin hikâyesidir.
Hocamız, kızının başucunda yalnızca bir baba olarak değil, bir insan olarak da dimdik durmuş, umudunu asla yitirmemiştir. Onun bu kararlılığı, sadece kendi evladı için değil, tüm çocuklar için taşıdığı değerin bir yansımasıdır. Çünkü o inanıyordu: Bir çocuğun hayatı, bir milletin geleceğidir.
İşte bu yüzden 23 Nisan'ı kutlarken, sadece geçmişe değil; geleceğe de bakmalıyız. Atatürk'ün çocuklara emanet ettiği egemenliği ve Haydar Baş gibi kıymet bilenlerin çocuklara gösterdiği sevgi ve hassasiyeti hatırlayarak…
Geleceği ancak çocuklara değer vererek inşa edebiliriz. Çünkü onlar sadece "yarının büyükleri" değil, bugünün de en kıymetli varlıklarıdır.
Hocamızın kıymetli evladı Fatıma'nın yoğun bakıma yatırıldığını öğrendiğimizde biz de apar topar Trabzon'a gittik. Yurdun dört bir yanından gelen hekim dostlarımızla birlikte Fatıma'ya 24 saat esasına göre nöbetleşe refakat ediyorduk. Bu süreç, bir çocuğun hayatı için verilen büyük bir mücadelenin sessiz ama görkemli öyküsüydü.
Fatıma, yoğun bakım koşullarında; yoğun bakım uzmanları, nöroloji, nöroşirürji, çocuk hastalıkları hekimleri ve ilgili tüm branşların katkısıyla yaşama tutunması için destekleniyordu. Ama bu sadece bir tıbbi mücadele değildi. Aynı zamanda sevginin, inancın ve insanı yaşatma iradesinin mücadelesiydi.
Her gece, hastane sakinleştiğinde hocamız Fatıma'yı ziyaret ederdi. Onun başucuna sessizce gelir, sanki uyuyan bir çocuğa ninni fısıldar gibi onunla konuşur, saçlarını okşardı. Bu anlarda Fatıma'nın gözlerinde bir iki damla yaş belirirdi… Sanki babasının sesini duyar gibi… Belki de onu bekleyen bir evladın, sevgiyi hisseden bir kalbin verdiği cevaptı bu.
Tıbben umut yok deniyordu. Bilinci tamamen kapalıydı. Fakat hocamız hiçbir zaman vazgeçmedi. Ne gerekiyorsa yapılması için harekete geçti. Yurt çapında uzmanlara ulaşıldı. Konsültasyonlar yapıldı. Ortodoks tıbbın tüm imkânları kullanıldı. Yetmedi, Çin tıbbına başvuruldu, Çin'den uzmanlar getirildi. Alternatif tıbbın imkânları da devreye alındı. Ama netice değişmedi. Fatıma hâlâ bilinçsizdi.
Zaman geçtikçe gözümüzün önünde büyüyordu Fatımacık. Hekimler artık "yoğun bakımda kalmasına gerek yok" diyordu. Ama hocamız, onu solunum cihazından ayırmaya asla müsaade etmedi.
Ve büyük bir kararlılıkla, evinin bir katını adeta bir yoğun bakım ünitesine çevirdi. Doktoru, hemşiresi, cihaz parkı her şeyiyle tam teşekküllü bir yoğun bakım. Derken bir başka mesele ortaya çıktı: Ya şehir elektriği kesilirse?
Hocamız hiç beklemeden evine dev bir jeneratör kurdurdu. Ardından, "ya jeneratör çalışmazsa?" sorusu geldi. Bu defa araç aküsüyle çalışabilen özel bir solunum cihazı temin edildi. Çünkü mesele bir çocuğun hayatıydı. Mesele, insanı yaşatma ahlakıydı.
Bu süreç bize çok şey öğretti.
Birincisi: Bir insana verilen kıymet nasıl olmalı, bunu canlı olarak gösterdi.
İkincisi: Kadere teslim olmak, sebepleri terk etmek değil; aksine sebeplere dört elle sarılmak olduğunu öğretti.
İşte bu yaşananlar sadece bir baba-evlat ilişkisi değildi. Bu, insan sevgisinin, millet sevgisinin bir yansımasıydı. Çünkü Haydar Baş Hoca sadece kendi evladına değil, bu milletin bütün çocuklarına aynı kıymeti vermiştir.
Çünkü o inanıyordu: Çocuklar yaşarsa, millet yaşar.
Hocamızda, kadim Anadolu irfanının izlerini açıkça görürdük. Onun şahsında, Şeyh Edebali'nin "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" hikmetini; Yunus Emre'nin "Yaratılanı severim, Yaradan'dan ötürü" anlayışını; Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Bağımsızlık benim karakterimdir" sözünü adeta bir hâle bürünmüş şekilde yaşardık. Bu değerler, onun karakterinde birer köşe taşıydı.
Haydar Hoca, yalnızca bir fikir adamı değildi. O, aynı zamanda bu toprakların özünden neşet eden bir medeniyetin taşıyıcısıydı. İnsanlara bakışındaki nezaket, her bir bireye verdiği kıymet, onun iç dünyasının bir yansımasıydı. Ve bu bakışı bizlere bir miras olarak bıraktı.
Bu yüzden bugün bize düşen, hocamızın yürüdüğü yolda onun değer ölçüleriyle hareket etmektir. Her insana kıymet vermek, yaratılanı Yaradan'dan ötürü sevmek, insanı yaşatmak için tüm imkânları seferber etmek… Ve nihayetinde bağımsızlık ilkesini, sadece bir siyasi duruş değil, bir ahlak meselesi olarak görmek...
Hocamız fikir ortaya koydu. Eserler verdi. Sadece kitaplar yazmadı, bir düşünce inşa etti. Ve bu düşünceyle bir medeniyet bilinci oluşturdu. Onun bıraktığı miras, yalnızca sözlerden ibaret değildir. O, yaşadığı gibi inandı, inandığı gibi yaşadı.
Bizlere düşense, bu mirası layıkıyla taşıyabilmek...
- Atatürk mü? Kenan Evren mi? İşte gerçekler / 28.04.2025
- Kaybolan iğne evde aranır / 23.04.2025
- Dış politikanın kırılma noktası: Kıbrıs / 22.04.2025
- Algı yönetimi gölgesinde Suriye ve bölgesel tehditler / 20.04.2025
- Trump, Netanyahu ve Türkiye: Bölgedeki yeni denge / 15.04.2025
- Hoş Geldin Atatürk penceresinden Haydar Baş / 14.04.2025
- O’nun ışığı her geçen gün daha parlıyor / 13.04.2025
- Ekonomik buhrana karşı çözümümüz var / 09.04.2025
- Adalet mi dediniz hakkaniyet mi? / 05.04.2025