Özgül AYDIN
"İnsanlara en adilane dağıtılan nimet akıldır" der bir filozof "Çünkü hiç kimse akıl payından şikayetçi değildir."
* * *
Hakikaten güzellikten zenginliğe, sağlıktan şan-şöhrete her konuda emrolunduğunun aksine kendinden yukarıda olanlara bakıp halinden şikayet eden, şükür ve kanaatten uzaklaşıp, hırs ve hatta isyana kapılan insanoğlu ekseriyetle aklından son derece memnundur.
Basit bir tahkikatla anlaşılacağı üzere nübüvveti dahi gönül ve fikir meşguliyeti olmaksızın geleneksel kalıplar içerisinde kabul eden bu insan, az bir kelime oyununa yenik düşerek peygamberi postacıya denk görmekte ve Resulullah'ın varisi ilan ettiği alimleri "benim aklım bana yeter" diyerek reddetmektedir.
***
İslâmiyet'in emir ve nehiyleri matematik veya fizik kuralları gibi değildir, bir hüküm her konuya uygulanamaz.
Sözgelimi kulluğun esprisi olan teslimiyet, bela ve musibetleri kabullenip bunlara sabretmeyi gerektirir. Oysa en büyük bela imanın yokluğudur ve şüphesiz imanın yokluğunu kabullenmek diye birşey düşünülemez.
Bunun gibi kanaat da eldekiyle yetinmek fazlasını istememek demektir. Ama bazı nimetler de vardır ki onların varolanlarıyla yetinmek sözkonusu olamaz.
Resulullah'ın şu duası buna en güzel delildir:
"Ey Allah'ım! Bana nur ver! Beni nur yönünden arttır. Benim kalbime, kulağıma, gözüme, tüyüme, derime, etime, kemiğime, kanıma nur ver!"
Benim aklım bana yeter, mantığı gönül aleminde öyle bir yıkım meydana getirir ki, bu mantık sahibinin imanının büyük bir kısmı enkaz altında kalır. Çünkü sanıldığı gibi iman sadece tevhid inancından mürekkep değildir. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde "İman, yetmiş küsur babdır. En büyüğü Allah'ın varlığına ve birliğine şehadet etmek, en küçüğü de yolu, yolculara rahatsızılık veren şeylerden temizlemektir" buyurmuşlardır. Buna göre kendi aklıyla yetinen kimse sözgelimi "istişare eden kazanmıştır" hükmüne iman etmemiş sayılır.
Peygamber Efendimiz bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar:
"Her günah işlediğinde insandan bir daha geri dönmemek üzere bir akıl eksilir".
Benim aklım bana yeter diyenler buna göre ya hiç günah işlemiyorlar ya da işledikleri günahlar sonucu kendilerinden giden akla muhtaç olmayacak kadar çok akla sahipler.
* * *
Prof. Dr. Haydar Baş hocamız bu konuyu anlatırken aklı direksiyona nefis ve ruhu da iki şoföre benzetirler.
Nefis şoför mahalline oturduğunda tam bir trafik canavarı kesilir. "İçinizdeki trafik canavarını durdurun" ihtarına bir de bu açıdan kulak vermek gerekir.
Dünya ve ukbayı mamur edecek akıl, ruhun güdümündeki akıldır. İşte buna işaretle sevgili Peygamberimiz Hz. Ali'ye "Ya Ali! İnsanlar Allah'a iyiliğin çeşitleriyle yaklaştığı zaman sen de aklınla yaklaş" buyurmuşlardır.
Yine hadisle sabittir ki insanların en akıllıları ölümü en fazla düşünüp ona en fazla hazırlananlardır. Bu ise özellikle günümüz şartlarında velayet nuruna sıkı sıkıya yapışmakla mümkündür.
Tasavvufta rabıta adı verilen olayla kişi değil akıl, varlık bile iddia edemez hale gelir. Çünkü nefsi terbiye etmek demek benlik davasından vazgeçmek demektir.
İnsanın Rabb'inden, temiz olarak aldığı ruhunu O'na yine tertemiz iade etmesinin tek yolu budur.
Netice-i kelam nefsini terbiye etmekten uzak yaşayan her insan büyük bir yanılgının içindedir. Bu yanılgının öbür alemdeki karşılığı ise pişmanlık olacaktır.
"İnsanlara en adilane dağıtılan nimet akıldır" der bir filozof "Çünkü hiç kimse akıl payından şikayetçi değildir."
* * *
Hakikaten güzellikten zenginliğe, sağlıktan şan-şöhrete her konuda emrolunduğunun aksine kendinden yukarıda olanlara bakıp halinden şikayet eden, şükür ve kanaatten uzaklaşıp, hırs ve hatta isyana kapılan insanoğlu ekseriyetle aklından son derece memnundur.
Basit bir tahkikatla anlaşılacağı üzere nübüvveti dahi gönül ve fikir meşguliyeti olmaksızın geleneksel kalıplar içerisinde kabul eden bu insan, az bir kelime oyununa yenik düşerek peygamberi postacıya denk görmekte ve Resulullah'ın varisi ilan ettiği alimleri "benim aklım bana yeter" diyerek reddetmektedir.
***
İslâmiyet'in emir ve nehiyleri matematik veya fizik kuralları gibi değildir, bir hüküm her konuya uygulanamaz.
Sözgelimi kulluğun esprisi olan teslimiyet, bela ve musibetleri kabullenip bunlara sabretmeyi gerektirir. Oysa en büyük bela imanın yokluğudur ve şüphesiz imanın yokluğunu kabullenmek diye birşey düşünülemez.
Bunun gibi kanaat da eldekiyle yetinmek fazlasını istememek demektir. Ama bazı nimetler de vardır ki onların varolanlarıyla yetinmek sözkonusu olamaz.
Resulullah'ın şu duası buna en güzel delildir:
"Ey Allah'ım! Bana nur ver! Beni nur yönünden arttır. Benim kalbime, kulağıma, gözüme, tüyüme, derime, etime, kemiğime, kanıma nur ver!"
Benim aklım bana yeter, mantığı gönül aleminde öyle bir yıkım meydana getirir ki, bu mantık sahibinin imanının büyük bir kısmı enkaz altında kalır. Çünkü sanıldığı gibi iman sadece tevhid inancından mürekkep değildir. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde "İman, yetmiş küsur babdır. En büyüğü Allah'ın varlığına ve birliğine şehadet etmek, en küçüğü de yolu, yolculara rahatsızılık veren şeylerden temizlemektir" buyurmuşlardır. Buna göre kendi aklıyla yetinen kimse sözgelimi "istişare eden kazanmıştır" hükmüne iman etmemiş sayılır.
Peygamber Efendimiz bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar:
"Her günah işlediğinde insandan bir daha geri dönmemek üzere bir akıl eksilir".
Benim aklım bana yeter diyenler buna göre ya hiç günah işlemiyorlar ya da işledikleri günahlar sonucu kendilerinden giden akla muhtaç olmayacak kadar çok akla sahipler.
* * *
Prof. Dr. Haydar Baş hocamız bu konuyu anlatırken aklı direksiyona nefis ve ruhu da iki şoföre benzetirler.
Nefis şoför mahalline oturduğunda tam bir trafik canavarı kesilir. "İçinizdeki trafik canavarını durdurun" ihtarına bir de bu açıdan kulak vermek gerekir.
Dünya ve ukbayı mamur edecek akıl, ruhun güdümündeki akıldır. İşte buna işaretle sevgili Peygamberimiz Hz. Ali'ye "Ya Ali! İnsanlar Allah'a iyiliğin çeşitleriyle yaklaştığı zaman sen de aklınla yaklaş" buyurmuşlardır.
Yine hadisle sabittir ki insanların en akıllıları ölümü en fazla düşünüp ona en fazla hazırlananlardır. Bu ise özellikle günümüz şartlarında velayet nuruna sıkı sıkıya yapışmakla mümkündür.
Tasavvufta rabıta adı verilen olayla kişi değil akıl, varlık bile iddia edemez hale gelir. Çünkü nefsi terbiye etmek demek benlik davasından vazgeçmek demektir.
İnsanın Rabb'inden, temiz olarak aldığı ruhunu O'na yine tertemiz iade etmesinin tek yolu budur.
Netice-i kelam nefsini terbiye etmekten uzak yaşayan her insan büyük bir yanılgının içindedir. Bu yanılgının öbür alemdeki karşılığı ise pişmanlık olacaktır.