İmam Musa Kazım’ın imamet işaretleri -4-
Ya’kub b. Ca’fer şöyle rivâyet etmiştir: “Ebû İbrahim’in (Mûsâ b. Ca’fer aleyhisselâm) yanında bulunduğum bir sırada Yemen’in Necran bölgesinden bir rahip geldi. Rahibin yanında bir de rahibe bulunuyordu
09.12.2023 07:48:00
Hasan Parlak
Hasan Parlak
![İmam Musa Kazım’ın imamet işaretleri -4-](resimler/haberler/39/imam-musa-kazimin-imamet-isaretleri-4-H1509699-11.webp)
![](temalar/resimler/bos.gif)
![İmam Musa Kazım’ın imamet işaretleri -4-](resimler/haberler/39/imam-musa-kazimin-imamet-isaretleri-4-H1509699-12.webp)
![](temalar/resimler/bos.gif)
![](temalar/resimler/bos.gif)
Ya'kub b. Ca'fer şöyle rivâyet etmiştir: "Ebû İbrahim'in (Mûsâ b. Ca'fer aleyhisselâm) yanında bulunduğum bir sırada Yemen'in Necran bölgesinden bir rahip geldi. Rahibin yanında bir de rahibe bulunuyordu. Fadl b. Sevvar bu ikisi için izin istedi.
Ona dedi ki: 'Sabah olunca onları Ümmü Hayr kuyusunun yanına getir.'
Sabah olunca söylediği yere gittik. Gördük ki, diğerleri de sözlerini tutup gelmişler.
İmam, hurma lifinden hasırların serilmesini emretti. Sonra oturdu, onlar da oturdular.
Önce rahibe söze başladı. Birçok soru sordu. İmam soruların tümüne cevap verdi.
Ebû İbrahim (aleyhisselâm) da ona bazı sorular sordu fakat onun bu sorularla ilgili herhangi bir bilgisi yoktu. Sonunda rahibe Müslüman oldu.
Ardından rahip söze başladı, bazı sorular sordu, İmam bu soruların da tümüne cevap verdi.
Sonunda rahip dedi ki: 'Ben dinimde son derece güçlüydüm. Yeryüzünde bir Hıristiyan yoktur ki, dinde benim ulaştığım bilgi düzeyine ulaşmış olsun.
Duydum ki, Hindistan'da bir adam varmış. Bu adam bir gün ve bir gece zarfında Kudüs'e hacca geliyor, sonra Hindistan'daki evine geri dönüyormuş. Onun nerede olduğunu sordum.
Bana denildi ki: O, Subzan denilen bölgededir.
Bana, ondan haber veren kimseye sordum, dedi ki: Bu adam, Süleyman'ın arkadaşı Asaf'ın bildiği ve bu sayede Belkıs'ın tahtını çok kısa bir sürede getirme başarısını gösterdiği ismi bildiğini söyledi.
Nitekim Yüce Allah'ın onun vasfını sizin kitabınızda (Kur'ân) ve diğer dinlerin kitaplarında zikretmiştir.'
Ebû İbrahim (Mûsâ b. Ca'fer aleyhisselâm) ona dedi ki: 'Allah'ın hangi isimleriyle dua edildiği zaman bu duaların kesinlikle geri çevrilemeyeceğini biliyor musun?'
Rahip dedi ki: 'İsimler çoktur fakat dua edenin duasının geri çevrilmeyeceği bildirilen isimler yedi tanedir.'
Ebû'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: 'Bunlardan hatırladıklarını bana söyle.'
Rahip dedi ki: 'Hayır, Mûsâ'ya Tevrat'ı indiren, İsâ'yı akıl sahipleri şükretsinler diye âlemler için bir ibret ve fitne kılan, Muhammed'i bereket ve rahmet kılan, Ali'yi ibret ve basiret kılan, onun ve Muhammed'in neslinden gelen vasîleri gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilmiyorum. Eğer bilseydim, bu hususta seninle konuşmaya gerek duymaz, sana gelmez ve sana sormazdım.'
Ebû İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: 'Hindistanlı adamın hikâyesine dön.'
Rahip dedi ki: 'Ben bu isimleri duymuştum; fakat sırlarını, açıklamalarını, mahiyetlerini ve keyfiyetlerini bilmiyordum, onlarla nasıl dua edileceğini de bilmiyordum.
Derken yola koyuldum ve Hindistan'ın Sibzan bölgesine geldim. Adamı sordum, dediler ki: O, dağda kendine bir kilise yapmış. Bütün yıl boyunca sadece iki kere dışarı çıkıyor, sadece o çıkışları esnasında görülüyor. Hindlilerin iddiasına göre Allah, onun için orada bir pınar fışkırtmış, yine onların iddialarına göre ekin sürmeden onun için ekinler yeşeriyormuş.
Sonunda kilisesinin kapısına vardım. Orada üç gün bekledim. Kapıyı ne çaldım, ne de açmaya çalıştım. Dördüncü gün, Allah kapıyı açtı. Sırtında odunlar bulunan bir inek geldi. Memeleri yerde sürünüyordu. İçindeki süt neredeyse dışarı çıkacaktı. Geldi ve kapıyı açtı, ben de onu izleyerek içeri girdim.
Baktım adam ayaktadır. Bir göğe bakıyor ağlıyor, bir de yere bakıyor ağlıyor. Sonra dağlara bakıyor ağlıyor.
Dedim ki: 'Subhanallah! Senin gibiler şu günümüzde ne kadar da azdırlar.'
Bana dedi ki: 'Allah'a yemin ederim ki, ben senin geride bıraktığın adamın (Mûsâ b. Ca'fer) güzelliklerinden bir güzellikten başka bir şey değilim.'
Dedim ki: 'Duyduğuma göre, sen Allah'ın isimlerinden birini biliyorsun ve bu isimle bir gün ve bir gecede Beytü'l-Makdis'e gidip sonra evine geri dönüyormuşsun.'
Bana 'Beytü'l-Makdis'i bilir misin?' diye sordu.
'Şam'daki Beytü'l-Makdis'ten başkasını bilmem' dedim.
Dedi ki: 'Ben o, Beytü'l-Makdis'i kastetmiyorum. Benim kastettiğim, Âl-i Muhammed'in Beytü'l-Mukaddesidir.'
Dedim ki: 'Bugüne kadar sadece bir tane Beytü'l-Makdis duymuştum.'
Bana dedi ki: 'Orası peygamberlerin mihrabıdır. Oraya Hazire-tü'l-Mehârib/mihrabların yeri, deniyordu.
Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ile İsâ arasındaki fetret dönemine kadar bu isimle anıldı. Sonra şirk ehlinden kaynaklanan belâlar yaklaştı, şeytanların saraylarından intikam planları devreye sokuldu. Değiştirdiler, başkalaştırdılar ve o isimlerin yerlerini değiştirdiler.
İşte şu âyette Allah Tebareke ve Teâlâ buna işaret eder. Âyetin bâtını, Âl-i Muhammed ile ilgilidir; zâhiri ise bir örnektir:
'Bunlar sizin ve babalarınızın koyduğu isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında bir kanıt indirmiş değildir.'
Adama dedim ki: 'Senin yanına uzak bir memleketten geldim. Senin için denizler aştım, kederlere, üzüntülere ve korkulara mâruz kaldım. Sabahladım, geceledim. İçimde hep bir korku vardı, amacıma ulaşamayacağım diye.'
Bana dedi ki: 'Bana öyle geliyor ki, annen sana hamile kaldığı zaman yanında üstün bir melek vardı. Öyle sanıyorum ki, baban annenle birleşmeden önce gusül almıştı ve tertemiz olarak onunla birleşmişti. Ve tahmin ettiğime göre, o gece Tevrat'ın dördüncü sifrini okumuştu. Bu yüzden sonunda hayırlara ulaşmıştı. Geldiğin yere geri dön.
Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve âlihi) şehrine varıncaya kadar yürü. Oraya Taybe de denir. Cahiliyye döneminde adı Yesrib'di. Sonra orada el-Bâki adı verilen yere git. Ardından Mervan'ın evi denilen yeri sor. Orada üç gün kal. Sonra oranın kapısında hasırcılık yapan yaşlı zenciyi sor. Memleketlerinde adı Hasaf'tır. (Bu yaşlı zenciden maksat, Fadl b. Sevvar olabilir).
O yaşlı adama nazik davran ve ona de ki: Beni sana, içinde dört küçük çöpün bulunduğu evde, aynı köşede oturduğunuz arkadaşın gönderdi. Sonra ona, falanca kabileden falan oğlu falanı (Mûsâ b. Ca'fer) sor. Meclisinin nerede olduğunu, günün hangi saatinde ona uğradığını, sana göstersin veya tarif etsin. Onun tarifinden tanıyabilirsin. Ben de onu sana tarif edeceğim.'
Dedim ki: 'Onunla karşılaştığım zaman ne yapayım?'
Dedi ki: 'Ona şimdiye kadar olanları (geçmişi) ve bundan sonra olacakları, dinin bugüne kadar yaşanan meselelerini ve henüz ortaya çıkmayan meselelerini sor.'
Ebû İbrahim ona dedi ki: 'Buluştuğun arkadaşın sana öğüt vermiş.'
Rahip dedi ki: 'Sana fedâ olayım, onun adı nedir?'
Buyurdu ki: 'Onun adı Mütemmim b. Firuz'dur. Onun aslı Fars'tır. Allah'a, birliğine ve ortağı olmadığına iman eden, O'na ihlâsla ve kesin bir inançla ibâdet eden bir kimsedir.
Kavminden korkup kaçtı. Allah ona hikmet bahşetti, onu doğru yola iletti, muttakîlerden kıldı. Onunla ihlâslı kulları arasında bir tanışıklık meydana getirmiştir.
Her sene hac için Mekke'yi ziyaret eder ve her ayın başında umre ziyaretinde bulunur. Hindistan'daki yerinden Mekke'ye gelir. Bu, Allah'ın ona yönelik lutfunun ve yardımının bir göstergesidir. Allah şükredenleri işte böyle mükâfatlandırır.'
Sonra rahip ona birçok meseleyle ilgili birtakım sorular sordu. Ebû İbrahim (aleyhisselâm) bu soruların tümüne cevap verdi.
Ardından kendisi, rahibe bir takım sorular sordu ama rahip bu sorulara verecek cevap bulamadı. Sonunda kendisi sorduğu soruların cevabını verdi.
Sonra rahip, 'Gökten inen ve dört harfi yeryüzünde açıklanan, diğer dördü ise havada kalan sekiz harfin hangileri olduğunu söyle ve havada kalan bu dört harf kime inmiştir, bunların tefsirini kim yapacaktır?' dedi.
İmam buyurdu ki: 'Bizim soyumuzdan gelen İmam Mehdî'ye (a.s.) indirir Yüce Allah. Mehdî (a.s.) bunları tefsir edecektir. Allah, sıddıklara, resûllere ve hidâyete erdirenlere indirmediği şeyleri O'na indirir.'
Bunun üzerine rahip dedi ki: 'Yeryüzünde olan dört harften ikisinin ne olduğunu bana söyle?'
Buyurdu ki: 'Sana dört tanesini de bildireyim: Birincisi: La ilahe illâllahu vahdehu lâ şerike lehu bakiyen/Bir, ortaksız, dâima Bâki olan Allah'tan başka ilâh yoktur.
İkincisi: Muhammeden Resûlullah muhlisen/Muhammed, Allah'ın ihlâslı Resûlü'dür.
Üçüncüsü: Biz Ehl-i Beyt'iz.
Dördüncüsü: Sevenlerimiz bizden; biz, Resûlullah'tan ve Resûlullah da Allah'tan bir sebebe bağlıdır.'
Rahip ona dedi ki: 'Şahitlik ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allahın Resûlü'dür. O'nun getirdiği din haktır. Siz de Allah'ın seçkin kullarısınız. Sizin sevenleriniz arınmış kimselerdirler ve isyankârların yerine egemen olacaklardır. Allah'ın öngördüğü güzel âkıbet onlarındır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.'"
İshak b. Ammar şöyle rivâyet etmiştir:
"Sâlih kulun (Mûsâ b. Ca'fer aleyhisselâm) bir adama ne zaman öleceğini haber verdiğini duydum. Kendi kendime dedim ki: 'Acaba o, sevenlerinden bir adamın da ne zaman öleceğini biliyor mu?'
Bana biraz öfkelenmiş gibi baktı ve dedi ki: 'Ey İshak! Rüşeyd el-Hecerî, insanların ölüm ve musibetlerini bilirdi. İmam bunları bilmek bakımından ona göre daha önceliklidir.'
Sonra şöyle ekledi: 'Ey İshak! İstediğini yap. Artık ömrün bitmiştir. İki sene sonra öleceksin. Kardeşlerin ve ailen senden çok kısa bir süre sonra dağılacaklar, birbirlerine hainlik edeceklerdir. Öyle ki düşmanları onların bu durumlarına sevineceklerdir. Senin içinden bu mu geçti? (Yani ben, sevenlerimin ölümünü nasıl bile-bilirmişim?)'
Ben, içimden geçen bu düşünceden dolayı Allah'tan af diledim. Bu meclisten kısa bir süre sonra İshak öldü ve Ammaroğulları da insanlardan borç mal aldılar, bunun sonucunda iflas ettiler." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Musa Kazım eserinden)
Ona dedi ki: 'Sabah olunca onları Ümmü Hayr kuyusunun yanına getir.'
Sabah olunca söylediği yere gittik. Gördük ki, diğerleri de sözlerini tutup gelmişler.
İmam, hurma lifinden hasırların serilmesini emretti. Sonra oturdu, onlar da oturdular.
Önce rahibe söze başladı. Birçok soru sordu. İmam soruların tümüne cevap verdi.
Ebû İbrahim (aleyhisselâm) da ona bazı sorular sordu fakat onun bu sorularla ilgili herhangi bir bilgisi yoktu. Sonunda rahibe Müslüman oldu.
Ardından rahip söze başladı, bazı sorular sordu, İmam bu soruların da tümüne cevap verdi.
Sonunda rahip dedi ki: 'Ben dinimde son derece güçlüydüm. Yeryüzünde bir Hıristiyan yoktur ki, dinde benim ulaştığım bilgi düzeyine ulaşmış olsun.
Duydum ki, Hindistan'da bir adam varmış. Bu adam bir gün ve bir gece zarfında Kudüs'e hacca geliyor, sonra Hindistan'daki evine geri dönüyormuş. Onun nerede olduğunu sordum.
Bana denildi ki: O, Subzan denilen bölgededir.
Bana, ondan haber veren kimseye sordum, dedi ki: Bu adam, Süleyman'ın arkadaşı Asaf'ın bildiği ve bu sayede Belkıs'ın tahtını çok kısa bir sürede getirme başarısını gösterdiği ismi bildiğini söyledi.
Nitekim Yüce Allah'ın onun vasfını sizin kitabınızda (Kur'ân) ve diğer dinlerin kitaplarında zikretmiştir.'
Ebû İbrahim (Mûsâ b. Ca'fer aleyhisselâm) ona dedi ki: 'Allah'ın hangi isimleriyle dua edildiği zaman bu duaların kesinlikle geri çevrilemeyeceğini biliyor musun?'
Rahip dedi ki: 'İsimler çoktur fakat dua edenin duasının geri çevrilmeyeceği bildirilen isimler yedi tanedir.'
Ebû'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: 'Bunlardan hatırladıklarını bana söyle.'
Rahip dedi ki: 'Hayır, Mûsâ'ya Tevrat'ı indiren, İsâ'yı akıl sahipleri şükretsinler diye âlemler için bir ibret ve fitne kılan, Muhammed'i bereket ve rahmet kılan, Ali'yi ibret ve basiret kılan, onun ve Muhammed'in neslinden gelen vasîleri gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilmiyorum. Eğer bilseydim, bu hususta seninle konuşmaya gerek duymaz, sana gelmez ve sana sormazdım.'
Ebû İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: 'Hindistanlı adamın hikâyesine dön.'
Rahip dedi ki: 'Ben bu isimleri duymuştum; fakat sırlarını, açıklamalarını, mahiyetlerini ve keyfiyetlerini bilmiyordum, onlarla nasıl dua edileceğini de bilmiyordum.
Derken yola koyuldum ve Hindistan'ın Sibzan bölgesine geldim. Adamı sordum, dediler ki: O, dağda kendine bir kilise yapmış. Bütün yıl boyunca sadece iki kere dışarı çıkıyor, sadece o çıkışları esnasında görülüyor. Hindlilerin iddiasına göre Allah, onun için orada bir pınar fışkırtmış, yine onların iddialarına göre ekin sürmeden onun için ekinler yeşeriyormuş.
Sonunda kilisesinin kapısına vardım. Orada üç gün bekledim. Kapıyı ne çaldım, ne de açmaya çalıştım. Dördüncü gün, Allah kapıyı açtı. Sırtında odunlar bulunan bir inek geldi. Memeleri yerde sürünüyordu. İçindeki süt neredeyse dışarı çıkacaktı. Geldi ve kapıyı açtı, ben de onu izleyerek içeri girdim.
Baktım adam ayaktadır. Bir göğe bakıyor ağlıyor, bir de yere bakıyor ağlıyor. Sonra dağlara bakıyor ağlıyor.
Dedim ki: 'Subhanallah! Senin gibiler şu günümüzde ne kadar da azdırlar.'
Bana dedi ki: 'Allah'a yemin ederim ki, ben senin geride bıraktığın adamın (Mûsâ b. Ca'fer) güzelliklerinden bir güzellikten başka bir şey değilim.'
Dedim ki: 'Duyduğuma göre, sen Allah'ın isimlerinden birini biliyorsun ve bu isimle bir gün ve bir gecede Beytü'l-Makdis'e gidip sonra evine geri dönüyormuşsun.'
Bana 'Beytü'l-Makdis'i bilir misin?' diye sordu.
'Şam'daki Beytü'l-Makdis'ten başkasını bilmem' dedim.
Dedi ki: 'Ben o, Beytü'l-Makdis'i kastetmiyorum. Benim kastettiğim, Âl-i Muhammed'in Beytü'l-Mukaddesidir.'
Dedim ki: 'Bugüne kadar sadece bir tane Beytü'l-Makdis duymuştum.'
Bana dedi ki: 'Orası peygamberlerin mihrabıdır. Oraya Hazire-tü'l-Mehârib/mihrabların yeri, deniyordu.
Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ile İsâ arasındaki fetret dönemine kadar bu isimle anıldı. Sonra şirk ehlinden kaynaklanan belâlar yaklaştı, şeytanların saraylarından intikam planları devreye sokuldu. Değiştirdiler, başkalaştırdılar ve o isimlerin yerlerini değiştirdiler.
İşte şu âyette Allah Tebareke ve Teâlâ buna işaret eder. Âyetin bâtını, Âl-i Muhammed ile ilgilidir; zâhiri ise bir örnektir:
'Bunlar sizin ve babalarınızın koyduğu isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında bir kanıt indirmiş değildir.'
Adama dedim ki: 'Senin yanına uzak bir memleketten geldim. Senin için denizler aştım, kederlere, üzüntülere ve korkulara mâruz kaldım. Sabahladım, geceledim. İçimde hep bir korku vardı, amacıma ulaşamayacağım diye.'
Bana dedi ki: 'Bana öyle geliyor ki, annen sana hamile kaldığı zaman yanında üstün bir melek vardı. Öyle sanıyorum ki, baban annenle birleşmeden önce gusül almıştı ve tertemiz olarak onunla birleşmişti. Ve tahmin ettiğime göre, o gece Tevrat'ın dördüncü sifrini okumuştu. Bu yüzden sonunda hayırlara ulaşmıştı. Geldiğin yere geri dön.
Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve âlihi) şehrine varıncaya kadar yürü. Oraya Taybe de denir. Cahiliyye döneminde adı Yesrib'di. Sonra orada el-Bâki adı verilen yere git. Ardından Mervan'ın evi denilen yeri sor. Orada üç gün kal. Sonra oranın kapısında hasırcılık yapan yaşlı zenciyi sor. Memleketlerinde adı Hasaf'tır. (Bu yaşlı zenciden maksat, Fadl b. Sevvar olabilir).
O yaşlı adama nazik davran ve ona de ki: Beni sana, içinde dört küçük çöpün bulunduğu evde, aynı köşede oturduğunuz arkadaşın gönderdi. Sonra ona, falanca kabileden falan oğlu falanı (Mûsâ b. Ca'fer) sor. Meclisinin nerede olduğunu, günün hangi saatinde ona uğradığını, sana göstersin veya tarif etsin. Onun tarifinden tanıyabilirsin. Ben de onu sana tarif edeceğim.'
Dedim ki: 'Onunla karşılaştığım zaman ne yapayım?'
Dedi ki: 'Ona şimdiye kadar olanları (geçmişi) ve bundan sonra olacakları, dinin bugüne kadar yaşanan meselelerini ve henüz ortaya çıkmayan meselelerini sor.'
Ebû İbrahim ona dedi ki: 'Buluştuğun arkadaşın sana öğüt vermiş.'
Rahip dedi ki: 'Sana fedâ olayım, onun adı nedir?'
Buyurdu ki: 'Onun adı Mütemmim b. Firuz'dur. Onun aslı Fars'tır. Allah'a, birliğine ve ortağı olmadığına iman eden, O'na ihlâsla ve kesin bir inançla ibâdet eden bir kimsedir.
Kavminden korkup kaçtı. Allah ona hikmet bahşetti, onu doğru yola iletti, muttakîlerden kıldı. Onunla ihlâslı kulları arasında bir tanışıklık meydana getirmiştir.
Her sene hac için Mekke'yi ziyaret eder ve her ayın başında umre ziyaretinde bulunur. Hindistan'daki yerinden Mekke'ye gelir. Bu, Allah'ın ona yönelik lutfunun ve yardımının bir göstergesidir. Allah şükredenleri işte böyle mükâfatlandırır.'
Sonra rahip ona birçok meseleyle ilgili birtakım sorular sordu. Ebû İbrahim (aleyhisselâm) bu soruların tümüne cevap verdi.
Ardından kendisi, rahibe bir takım sorular sordu ama rahip bu sorulara verecek cevap bulamadı. Sonunda kendisi sorduğu soruların cevabını verdi.
Sonra rahip, 'Gökten inen ve dört harfi yeryüzünde açıklanan, diğer dördü ise havada kalan sekiz harfin hangileri olduğunu söyle ve havada kalan bu dört harf kime inmiştir, bunların tefsirini kim yapacaktır?' dedi.
İmam buyurdu ki: 'Bizim soyumuzdan gelen İmam Mehdî'ye (a.s.) indirir Yüce Allah. Mehdî (a.s.) bunları tefsir edecektir. Allah, sıddıklara, resûllere ve hidâyete erdirenlere indirmediği şeyleri O'na indirir.'
Bunun üzerine rahip dedi ki: 'Yeryüzünde olan dört harften ikisinin ne olduğunu bana söyle?'
Buyurdu ki: 'Sana dört tanesini de bildireyim: Birincisi: La ilahe illâllahu vahdehu lâ şerike lehu bakiyen/Bir, ortaksız, dâima Bâki olan Allah'tan başka ilâh yoktur.
İkincisi: Muhammeden Resûlullah muhlisen/Muhammed, Allah'ın ihlâslı Resûlü'dür.
Üçüncüsü: Biz Ehl-i Beyt'iz.
Dördüncüsü: Sevenlerimiz bizden; biz, Resûlullah'tan ve Resûlullah da Allah'tan bir sebebe bağlıdır.'
Rahip ona dedi ki: 'Şahitlik ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allahın Resûlü'dür. O'nun getirdiği din haktır. Siz de Allah'ın seçkin kullarısınız. Sizin sevenleriniz arınmış kimselerdirler ve isyankârların yerine egemen olacaklardır. Allah'ın öngördüğü güzel âkıbet onlarındır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.'"
İshak b. Ammar şöyle rivâyet etmiştir:
"Sâlih kulun (Mûsâ b. Ca'fer aleyhisselâm) bir adama ne zaman öleceğini haber verdiğini duydum. Kendi kendime dedim ki: 'Acaba o, sevenlerinden bir adamın da ne zaman öleceğini biliyor mu?'
Bana biraz öfkelenmiş gibi baktı ve dedi ki: 'Ey İshak! Rüşeyd el-Hecerî, insanların ölüm ve musibetlerini bilirdi. İmam bunları bilmek bakımından ona göre daha önceliklidir.'
Sonra şöyle ekledi: 'Ey İshak! İstediğini yap. Artık ömrün bitmiştir. İki sene sonra öleceksin. Kardeşlerin ve ailen senden çok kısa bir süre sonra dağılacaklar, birbirlerine hainlik edeceklerdir. Öyle ki düşmanları onların bu durumlarına sevineceklerdir. Senin içinden bu mu geçti? (Yani ben, sevenlerimin ölümünü nasıl bile-bilirmişim?)'
Ben, içimden geçen bu düşünceden dolayı Allah'tan af diledim. Bu meclisten kısa bir süre sonra İshak öldü ve Ammaroğulları da insanlardan borç mal aldılar, bunun sonucunda iflas ettiler." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Musa Kazım eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.