KIBRIS MENGENESİ
SEYİR: ALPEREN POLAT
Yaşadığımız şu günler Kıbrıs konusunda yaşanan en kritik günlerdir desek abartmış olmayız herhalde. Çünkü şu günler; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımayan ve Kıbrıs'ta Türk görmek istemeyen çevrelerin diplomasi manevralarını sıklaştırdığı ve artık somut bir gelişme kaydedebilmek için Türk tarafına uygulanan baskı ve oyunların son raddeye ulaştığı bir dönem. Anlaşılan o ki, şer cephesi Kıbrıs sorununu kendi çözüm mantığına göre en kısa zamanda kesin olarak halletmeye kararlı ve bunun için de çoktan harekete geçmiş durumda...
Düşman lobİler düğmeye bastı
Türkiye aleyhine bir durum sözkonusu olduğu zaman aklımıza ilk gelen Ermeni ve Rum- Yunan lobileri, ABD'de harekete geçtiler bile. Türk düşmanı Rum ve Ermeni 44 milletvekili ABD Temsilciler Meclisi'ne sundukları bir tasarıyla, Kıbrıs Rum Kesimi'nin AB'ye üyeliğinin çabuklaştırılması için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini ve bu yolla Kıbrıs'ta çözümün hasıl olacağını iddia ediyorlar. Ayrıca tasarıda "Kıbrıs'ta mevcut durum kabul edilemez" denilerek, Kıbrıs'ta Türk görmek istemediklerini en iyi şekilde özetlemiş oluyorlar. Kıbrıs'ta istedikleri bir çözümün gerçekleşebilmesi için Kıbrıs'ın AB'ye üye olmasının elzem olduğu vurgulanan tasarıda, "Zaten AB, siyasi çözümü Kıbrıs'ın (Rum Kesiminin) üyeliği için önkoşul olarak koymadı" yorumu yapılıyor. Doğru, AB adada siyasi çözümü önkoşul olarak koymadı çünkü, AB'ye göre Kıbrıs'ta siyasi bir sorun yok, sadece Türk sorunu var. Bu sorun da bırakın siyasi bir sorun olmayı, azınlık sorunu olmayı bile hak etmiyor AB nazarında.
Görünürde bağlayıcı hiçbir özelliği olmayan bu tasarı kabul edildiği takdirde (ki büyük ihtimalle kabul edilir) ABD'nin konuya yaklaşımındaki çizgisini ve tarafını meşru bir zemine oturtacaktır. Çünkü şu anda ABD'nin izlediği politikanın tarafı belli olmakla beraber, net değilmiş izlenimi verilmek istenmektedir. Bundan böyle ABD Kıbrıs'ın AB'ye üyeliğine vereceği destekle hem tarafını belli etmiş olacak, hem de sorun ABD ve diğerlerinin istediği şekilde yani Türk'ün tanınmadığı bir şekilde çözümlenmiş olacak.
Cem İle PapandreU'nUn sİrtakİsİ
Bu cephede bu gelişmeler yaşanırken bizim cephemizde neler yaşanıyor acaba. Bizim cephemiz derken elbette ki; bu konularda çözüm mercii olarak gördüğümüz Türk Dışişlerinden bahsediyorum.
Dışişlerinden sorumlu bakanımız İsmail Cem bu günlerde çok yoğun. Yani Kıbrıs konusunda gelişen hadiselere ayıracak zamanı yok. Çünkü sayın Cem, şu sıralar bizim Yunanistan ile olan kadim dostluğumuzu (!) pekiştirmekle meşgul. Cem Kopenhag Kriterleri ve Katılım Ortaklığı Belgesi'ne atılan imzalardan çok yorulmuş olacak ki, kadim dostu Yorgo Papandreu ile Sisam ve Kuşadası'nda kadeh tokuşturup, sirtaki yapıp, güvercin uçurarak tatil yapıyor. Hem de birbirinden kıymetli dostluk mesajları vererek. Verilen mesajları; yaşadığımız deprem felaketinin ardından estirilmeye çalışılan ama kısa bir süre sonra şişirilmiş koca bir balon olduğunu gördüğümüz dostluk ve kardeşlik (!) mesajlarından hatırlıyorsunuzdur herhalde... Siz değerli okuyucuların hatırlayacağına eminim ama dışişlerimizden sorumlu bakanımızın hatırlayacağından o kadar emin değilim. Çünkü o kadar rakıdan sonra böyle bir şeyi hatırlamak oldukça güç olsa gerek.
Yeri gelmişken hatırlatmamızda fayda var, Kutadgu Bilig ve Siyasetnâme'de eski Türk devlet teşkilatında elçi ve hariciyeden sorumlu insanların vasıfları ve uyması gereken kurallar anlatılırken, elçi ve hariciyeden sorumlu insanların şarap ve sarhoş edici şeylerden uzak durmaları gerektiği üzerinde uzun uzun duruluyor. Buna sebep olarak ta; bir devletin en kritik mevkisinde görev alan ve bütün devlet sırlarını muhafaza eden bir görevli olarak hariciyeden sorumlu yetkilinin sahip olduğu sırları başkasıyla paylaşmaması ve bulunduğu mevkiinin ağırlığını taşıyabilecek doğru kararlar verebilmesi gösteriliyor...
Ama maalesef günümüzde devlet adamlarımızın çoğunun bu anlayıştan hayli uzak olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Özellikle hariciyeden sorumlu bakanımız bu konuda hiç hassasiyet göstermiyor dersek yanlış söylemiş olmayız. (diğer önemli mevkiide bulunan bakanımız Derviş de biraları bir bir yudumluyor. Bu haliyle ülke ekonomisi için ne kadar sağlıklı kararlar aldığı ortada...)
VerheUgen'İn verdİğİ mesaJ
Diğer taraftan AB Bakanımız Mesut Yılmaz'ın sık sık görüştüğü AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen'in bu hafta yaptığı açıklamalar hayli dikkat çekici. Verheugen'in Kıbrıs konusuna yaklaşımı ABD'den ve Yunanistan'dan farklı değil. Verheugen bu görüşünü her fırsatta söylemekten de çekinmiyor.
Hafta içinde Verheugen Kıbrıs konusunda şunları söylüyordu: "Kıbrıs (Rum Kesimi) ile tam üyelik müzakereleri sorunsuz sürüyor ve gelecek yıl sonunda biter. AB'nin stratejisi açık: BM'nin çözüm çabalarını destekliyoruz. Süratli ve barışçı bir çözüm bulunmasını arzu ediyoruz. 'Bu olmazsa ne olur, o zaman ne yaparız?' Savunduğumuz çizgiyi sürdürmek durumundayız. Durumun ne olacağını 2002'de görürüz. AB Konseyi, tüm etkenleri dikkate alarak bir karar verir. Kıbrıs konusu, önemli bir gündem maddesi olacak." Türklere çağrıda bulunmayı da ihmal etmeyen Verheugen şöyle devam ediyordu: "Bu vesileyle Türk hükümetine ve Kıbrıslı Türklere çağrımı yineliyorum. Barış sürecini tekrar başlatmak için ellerinden geleni yapsınlar. Yılbaşında, özellikle Kuzey Kıbrıs'ın tavrının katılaşması üzerine endişelerimi dile getirmiştim. Birleşmiş bir Kıbrıs'ın AB'ye katılımı, gerginliğin düşmesi ve kalıcı bir barışın garanti edilmesi için en iyi yöntemdir. Kıbrıslı Türk ve Rumların barış içinde birliktelikleri açısından bundan daha iyi bir araç yok."
Çözümün bu şekilde olacağına inanan birisiyle bizim hiçbir ortak noktamız olamayacağı ve hatta taban tabana zıt görüşlere sahip olduğumuz ortadayken, İsmail Cem'in de bu insanla hiçbir ortak görüşe sahip olmaması gerekmektedir. Çünkü sorunların çözüm merciinde kendisi bulunuyor ve bu konuda daha çok hassas olmasını beklemek hakkımız. Ama ne var ki, Verheugen'e bir Yunan gazetecinin, Türk Dışişleri Bakanı'nın, Brüksel'de yapılan Karma Parlamento Komisyonu (KPK) toplantısandaki sözlerini nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine, şu cevabı alıyordu: "Bu hafta Cem ile görüşmelerimden sonra iyimser olduğumu söylemeliyim. Kıbrıs'ta zamanında bir çözüm mümkün görünüyor." Bu cevaptan sonra sadece bir soru sorarak yorumu siz değerli okuyucuya bırakıyorum.
"Kıbrıs konusunda Rum tezini savunmaktan başka bir şey bilmeyen ve adadaki soruna getirdiği çözüm önerisiyle Türk tarafına hayat hakkı tanımayan Verheugen'e sayın Dışişlerinden sorumlu bakanımız İsmail Cem ne söyledi ki, Verheugen iyimser olduğunu söyleyebildi?"
GÜL KOKULU DOSTLAR
Mehlike Ergüven / A.Ü.S.B.F ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Yaşlı ıtriyatçı sordu; "Ne istiyorsun?"
"Ben camdaki ilanı gördüm, burda çalışmak istiyorum."
"Sen kendini bir tanıt bakayım."
"Efendim, ben öğrenciyim."
"Hepimiz öğrenciyiz."
"Şey, ben derslerimin olmadığı günler burda çalışmak istiyorum."
"Telefonlara bakarsın, siparişleri teslim edersin, buranın temizliğiyle ilgilenirsin, gelenleri ağırlarsın, yani burdaki her işi yaparsın ama çok fazla bir şey veremem sana."
"Kabul ediyorum, yalnız bir tek şey istiyorum" dedi ama ıtriyatçı onu susturdu: "Ne istediğini biliyorum, bulunca çekip gideceğini de, ama vakti var" dedi. "Hadi yarın Cumartesi, sabah namazdan sonra burda ol."
Kimdi bu yaşlı ıtriyatçı, daha ismini bile bilmiyordu, onu hemen işe almıştı ama ismini bile sormamıştı, hem ne isteyeceğini nerden biliyordu... Yol boyunca bunları düşündü.
Eve geldiğinde ikindi vakti girmişti. Abdest alırken ıtriyatçıdaki hoş kokunun kendi üzerine de sindiğini fark etti. Kendi kendine güldü, artık hoş kokulu bir işi vardı. Namazını kıldı, balkona çıktı, derin bir düşünceye dalmıştı, güneş batana kadar oturduğu yerden kalkmadı. Dilinde salavat-ı şerife ile Alemlerin Sevgilisini çağırıyordu. Akşam meltemiyle yine o gül kokusu geldi geçti. Gözlerine bir duman çöktü ve başını balkon demirine dayayıp ağlamaya başladı, içinden sessiz bir ahh çekti, bu ahh ile kalbinde hasretin çöl güneşi sıcaklığını hissetti, dünya alev alev yandı ama yanan kendisiydi, yandıkça ağladı ağladı.
Bu ıtriyatçı dükkanındaki işi aslında rüyasında bulmuştu.
Tam beş yıl önceydi, 16 yaşındaydı. Bir arkadaşından aldığı mektupta eğer gerçek sevgiyi bulmak isterse, birgün Hak Teala'nın dostlarıyla karşılaşmak ve Peygamber efendimizin kokusunu duymak isterse mektuba yazdıklarını yapmasının yeterli olacağını söylüyordu ve mektubun devamında tevbe-istiğfar getirip, hamd etmesini, sonra salavat getirmesini arkasından tevhid okumasını ve ism-i celali çokça söylemesini tavsiye ediyordu. Kolayca öğrensin diye de bir ilaç tarifi gibi şöyle yazmıştı.
33 defa Estağfirullah, Elhamdülillah
33 defa Allahümmesalli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed
33 defa la ilahe illallah
100 defa Allah (cc)
Amaca ulaşmak için sabırlı olmak ve sebat etmek gerekiyor demişti. Bu haberi aldığında birgün Habibullah'ın kokusunu duyacağına ve O'nun arkadaşlarıyla tanışacağına gönülden inanmıştı. Öyle ki bir müddet sonra arasıra gelip geçen bir hoş koku duymaya başlamıştı. Bu sanki gül kokusuna ama kokladığı hiç bir gülün kokusuna benzemiyordu. Öyle hoştu ki bazen bu kokuyla sarhoş olup bayılacağını sanuyordu ama aniden kayboluyordu. Önceleri yanındakilere soruyordu, bir koku var sen de duyuyor musun diye, ama anlamıştı kendinden başka kimse fark etmiyordu.
Bu arasıra duyulan gül kokusuyla, dost kokusuyla söylediği her salavatta derinden, ta kalbinin derinliklerinde bir şeylerin ona acı verdiğini hissetmeye başlamıştı. İçinde bir alev be gün artıyor, ince bir bıçak yarası gibi kalbini sızlatıyordu.
Arkadaşını arayıp bulmak, derdini anlatmak istedi. Ne de olsa bu derde o vesile olmuştu. Ancak arkadaşının vefat ettiğini haber aldığında derin bir hüzne boğuldu. Kalbinde bir hasret yarası açılmış dermanını soramadan dünya değişmişti.
İşte beş yıl sonra arkadaşını rüyasında gördü, bir ıtriyatçı dükkanında çalışıyordu arkadaşı. Ama hep aynı kokuyu, gül kokusunu satıyordu. Bu arasıra duyduğu muhabbet kokusu, dost kokusuydu.
Bu bir işarettir diye düşünüp bulduğu ilk ıtriyatçıdan iş istemek niyetiyle bu sabah evden ayrılmış ve işte istediği işi bulmuştu. Yalnız artık olaylar çok tuhaf gelişiyordu.
Seher vaktinde yine gül kokusuyla uyandı, kalkıp abdest aldı. Namazı camide kılarım diyerek ıtriyatçıya en yakın camiye doğru yola koyuldu. Bir serin Mayıs günüydü. Caminin bahçesindeki güller tomurcuklanmış, kimisi de açmıştı. Güllerin yanına gitti, açmış olanları kokladı, çok güzeldi. Sinesine çekti, sonra bir salavat getirdi. Tam o anda daha hafif ama çok daha tatlı başka, bambaşka bir gül kokusu duydu. Gülümsedi, içinden demek selamımı aldı dedi. Bunları düşünürken bir el onu kendine doğru çekti.
"Ahmet" dedi "kimi güller açar da kokusu zamanı ve mekanı aşar, kimileri de ona açacak bu kokuya bekler" ıtriyatçı, bu derin manalar taşıyan fakat manasını bir türlü kavrayamadığı sözlerle ne demek istemişti.
Itriyatçının baktıkça derinleşen yeşil gözlerinde kayboldu. Sonra ezan sesiyle kendine gelmeye çalıştı ve ona sordu: "ismimi nasıl bildiniz?" yine anlayamadığı manalı bir cevap aldı; "Bu yolda herkes birbirini tanır, her yolcunun bir adı da Ahmet'tir,"
Birlikte namazlarını eda edip dükkana geçtiler. Itriyatçı ona hang işleri nasıl yapacağını anlattı. Artık yeni işine başlamaya hazırdı. Yeni işiyle beraber yeni bir dünya başlıyordu.
Günler böyle hoş kokularla uğraşıp geçerken Mayıs'ın son Cuması bir telefon geldi. Ahmet hazırlandı, çok miktarda gül kokusu siparişi vardı. Itriyatçıya siparişi teslim için alıcıyla Cuma namazında uzak bir camiide sözleştiklerini söyleyip ayrıldı. Itriyatçı benden selam söyle demişti. Ahmet buna hiç şaşırmadı o, zaten her müşterisine selam yollardı...
Namazı kılıp caminin bahçesindeki bir banka oturdu. Bu kadar çok koku isteyen kişi herhalde Cuma'dan sonra cemaata ikram edecek diye düşünürken kendi yaşlarında bir genç gülümseyerek yanına yaklaştı... Selam verdi, "sirarişleri ben istemiştim, siz Ahmetsiniz değil mi?" dedi. Şaşırmıştı, ismini nerden biliyordu. Kendi içinden beni gören herkes bunun adı herhalde Ahmet'tir diye mi düşünüyor, dedi. Genç, onun daha fazla düşünmesine fırsıt vermedi, 'siparişleri şu karşıdaki haneye götüreceğiz' dedi.
Birlikte yürüdüler, genç arkadaş şu karşıdaki hane derken ne kadar yakın gelmişti. Oysa bir hayli yürümeleri gerekti. Yol boyunca bu genç ona sorular soruyordu. "Ne zamandır bu işi yapıyorsun" dedi. "Bir ay olacak" diye cevap verdi. Ahmet de ona sordu; "İsmimi nasıl bildin?" bunu sorarken ıtriyatçının verdiği cevabı düşünüyordu. Acaba bu genç de mi yolcuydu.
Bir bahçenin tahta kapısını çaldılar. Yine güller, güller hep beyaz güller... Ahmet içinden salavat getirdi, yine rüyalarındaki kokuyu hissetti ve karşısında yeşil gözleriyle ona bakan nur yüzlü zât'ı gördü.
Gül yüzlü zat şişelerden birini açtı, kollarını ve boynuna sürdü, sonra Ahmet'e ve diğer gence ikram etti. Gence "misafirimizle ilgilenin", deyip oradan ayrıldı.
O gece eve geldiğinde bütün düşünceleri alt üst olmuştu. Yatağına uzandı, ağlamaya başladı, "Leyla bu hal nedir?" diye soruyordu. Ağlayarak uyuduğu, rüyasında ıtriyatçıyı gördü. Derin yemyeşil gözleriyle ona bakıyordu. Sonra yüzü bu gün gül kokusu sipariş eden o nur yüzlü zat oldu sanki. Siması bir ıtriyatçı bir o nur yüzü olmuyordu.
Sabah ise gittiğinde ıtriyatçı çoktan gelmişti. "Ahmet geç kaldın" dedi. "Namaza camiye de gelmedin". Ahmet karşısına geçip, yeşil gözlerine derin derin baktı. Dün yaşadıklarını anlattı. İtriyatçı ona "her şeyin bir hikmeti vardır. Kişi aradığını bulur, isteyene verilir, bu yol Habibullah'ın muhabbet yoludur. Koku O'nun nazar O'nun, yolcu O'nundur."
"İlk defa bir şeyin hikmetini soracağım. Kendisi öyle güzel kokuyorken niçin başka kokular süründü?" ıtriyatçı tebessüme şöyle dedi: "Anlamadın mı, kendi kokusunu gizlemek için, Allah dostları Peygamber varisleridir. Her zaman ve her mekanda insanlığı, Allah'a taşırlar. Sen yolcusun, ne mutlu sana ki Habibullah'ın dostlarını gördün, sana kokusunu bile yollamış daha ne bekliyorsun" dedi.
Ahmet Itriyatçının elini öptü, veda eder gibi sarıldı. Şimdi o güzel kokulu, o nur yüzlü zatın yanına gidiyordu. Elinde bir beyaz gül demeti vardı. Itriyatçı selamve muhabbetlerini yollamış, ne götüreyim deyince sözverdiğin gül demetini götür demişti. Evet, yıllar önce eğer bir gün sana kavuşursam, bir beyaz gül demetiyle kapında bekleyeceğim diye söz ver mişti.
Kapısında tam 21 yıl hasretini çektiği Leyla'sına kavuşan Ahmet, Itriyatçıyı ne kadar aradıysa da bulamadı...
Örf ve âdetlerin toplum hayatındaki yeri
Oğuz KÖRO?LU
Milli değerlerimizi oluşturan unsurlar arasında, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ve bütün toplumca benimsenip uygulanan kurallar bulunmaktadır. Fertlerin gönüllü kabulüne dayanan, vicdanlarını etkileyip kendi kendilerini kontrol etmelerini sağlayan ve onaların davranışlarına yön veren bu kurallar; töre ve gelenekler, örf ve âdetlerdir.
Örf ve âdetler, bir milletin karakteristik özelliklerini belirleyen, milli benlik ve şahsiyetini koruyan sosyal prensiplerdir. Köklü bir geçmişe sahip olan milletlerin en bariz özellikleri, manevi değerleri, töre ve gelenekleredir. Tarih boyunca yoğrulup olgunlaşmış, milletle özdeşleşmiş olan bu değerlerin insan hayatında önemli işlevleri vardır.
BİRLİK VE BERABERLİ?İN TEMİNATI
Örf ve âdetlerin en önemli fonksiyonu, millet bireylerini tek bir bünye olarak tutan ve birlik ve beraberliği sağlayan özelliğidir. Bu değerler, toplumun tümünü birleştiren ve aynı hedeflere yönelten bir ahlâk, duygu ve düşünce meydana getirmekte, fertleri birbirine bağlamaktadır. Örf ve âdetler, toplumun kaynaşıp bütünleşmesinde etkili rol oynayan ve karşılıklı ilişkileri düzene koyan unsurlardandır. Ziyaretler, kutlamalar, bayramlaşma, selamlaşma, hediyeleşme gibi davranışlar bireylerin birbirelerini daha iyi tanımalarına, aralarındaki bağların güçlenmesine katkıda bulunan alışkanlıklardır. Bunlar da, toplumdaki birlik ve beraberliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın devamlılığını temin etmektedir. Örf ve âdetler, aynı zamanda milli kültürün birer zenginliği olduğundan, onlara bağlılık; kültürel kimliğin korunmasında da önemli bir etkiye sahiptir.
GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA KÖPRÜ
Örf ve âdetler, millet olarak geçmişimiz ile geleceğimiz arasında bir köprü oluşturmaktadır. Milli kimliğimiz ve kültürümüz, gelecek kuşaklara, örf ve âdetlerle ulaştırılır. O bakımdan bu değerlerin kişiler tarafından korunması, içtenlikle yaşanıp geliştirilmesi, millet hayatının devamı için vazgeçilmezdir.
Örf ve adetlerin toplum tarafından korunup benimsenmesi, inanç ve ahlâki yapıyla bütünleşmesiyle mümkündür. Örf ve âdetleri denetleyen ve işlemesini sağlayan, kanunlardan ziyade dinî inançlarla birlikte ahlâktır. Dolayısıyla örf ve âdetlerin sosyal hayatta yerleşmesi için toplumun inancına ve ahlâkına uygun olması gerekir.
Örf ve âdetlerin, ortak davranış kalıpları olarak ortaya çıkması, toplumu oluşturan fertlerin aynı kültür kaynağından beslenmeşi olmalarındandır. Nitekim, millet hayatında ortak duygu ve düşüncenin ürünü olan örf ve adetleri, toplumun giyim kuşamında, sevgi, saygı, misafirperverlik, vatanseverlik gibi değerlerinde, düğün ve bayramlarında görmekte, aynı kültür ve medeniyetin izlerine rastlamaktayız.
Yapıcı ve birleştirci özelliğiyle, yasaların etkili olamadığı zamanlarda dahi, örf ve âdetler; millet hayatında bir otorite, sosyal düzeni sağlayan bir güç olmaktadır. Devlet otoritesinin yok olduğu, yasaların geçerli olmadığı bunalımlı dönemlerde bile örf ve âdetler, bu özelliğini korumuş ve işlevini sürdürmüştür. Devletin ve hukuki kuralların üstesinden gelemediği bir çok problemleri, örf ve âdetlerin birleştirici özelliği çözmektedir.
BİREYSELLEŞME VE YABANCILAŞMA TEHDİDİ
Örf ve âdetlerin yaşatılması, bunlara önem vermeye ve devamlılıklarını sağlama konusunda duyarlı olmaya bağlıdır. Gün geçtikçe bireyselleşmenin ve toplumsal yabancılaşmanın hızla artması, örf ve âdetlerimizin işlevini ortadan kaldırmakta ve milli bütünlüğümüzü tehdit etmektedir.
Milleti bir arada tutan ve milli birlik ve beraberliği sağlayan örf ve âdetlerin zayıfladığı ve hiçe sayıldığı toplumlarda bölünüp parçalanmak kaçınılmazdır. Kendi benliğini kaybedip, kültürel değerlerinden uzaklaşan milletler, yabancı kültürlerin etkisinde kalmaktan kurtulamazlar. Böyle bir milletin de, ne kendi milliyeti içinde kalması, ne de bir başkasının aynısı olması hiç ama hiç mümkün değildir!..
PULLUK
Mehmet YILMAZATA
Bu hafta, PTT idaremizin Ocak 2001'de çıkarmış oldugu 200000 TL değerindeki Türksat 2A konulu, puldan hareketle Türksat uydularımız hakkında kısa bir bilgilendirme yapmaya çalışacağım. Türksat isimli uydularımızın tarihi 24 Ocak 1994'te atılan, ancak maalesef kısa bir süre sonra patlayan Türksat 1A ile başladı. 11 Ağustos 1994'te Türksat 1B (5000/1500 TL pulunda) başarılı bir şekilde uzaya fırlatıldı. Halen kullanımda bulunan uydunun ömrü 2004'te bitecek. Ayrıca Türksat 1C 10 Temmuz 1996'da hizmete girdi. 11 Ocak 2001'de ise, ta 1997'den itibaren hazırlanan, % 75 Türk Telekom'a ve % 25 Alcatel Space 'e ait olan Türksat 2A Fransız Guayana'daki Korou Üssü'nden Ariane füzesiyle uzaya fırlatıldı. Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz'e göre barışa hizmet edecek. Avrupa, Türkiye ve Orta Asya'yı kapsayan 2 sabit anten ve 2 hareketli spot antene sahip olan Türksat 2A, İsrail, Ürdün, Lübnan ve Karadeniz'e kıyısı olan ülkelere açılacak. Uydunun sabit vericileri, hedef pazar olan Türkiye, Orta ve Doğu Avrupa, Orta ve Batı Asya, İsrail, Ürdün ve Lübnan'da yüksek güçte bant erişimi sağlayacak ve yaklaşık 620 milyon kişiye ulaşacak. Uydunun hareketli iki vericilerinin sayesinde ihtiyaç oldugu takdirde Ortadoğu, Batı Rusya ,Ukrayna, Güney Afrika, Hint Yarımadasına da erişim sağlayabilir. 300 Milyon dolara mal olan Türksat 2A'nın 15 sene içinde 1,5 Milyar dolar gelir sağlayacağı tahmin ediliyor.
SEYİR: ALPEREN POLAT
Yaşadığımız şu günler Kıbrıs konusunda yaşanan en kritik günlerdir desek abartmış olmayız herhalde. Çünkü şu günler; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımayan ve Kıbrıs'ta Türk görmek istemeyen çevrelerin diplomasi manevralarını sıklaştırdığı ve artık somut bir gelişme kaydedebilmek için Türk tarafına uygulanan baskı ve oyunların son raddeye ulaştığı bir dönem. Anlaşılan o ki, şer cephesi Kıbrıs sorununu kendi çözüm mantığına göre en kısa zamanda kesin olarak halletmeye kararlı ve bunun için de çoktan harekete geçmiş durumda...
Düşman lobİler düğmeye bastı
Türkiye aleyhine bir durum sözkonusu olduğu zaman aklımıza ilk gelen Ermeni ve Rum- Yunan lobileri, ABD'de harekete geçtiler bile. Türk düşmanı Rum ve Ermeni 44 milletvekili ABD Temsilciler Meclisi'ne sundukları bir tasarıyla, Kıbrıs Rum Kesimi'nin AB'ye üyeliğinin çabuklaştırılması için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini ve bu yolla Kıbrıs'ta çözümün hasıl olacağını iddia ediyorlar. Ayrıca tasarıda "Kıbrıs'ta mevcut durum kabul edilemez" denilerek, Kıbrıs'ta Türk görmek istemediklerini en iyi şekilde özetlemiş oluyorlar. Kıbrıs'ta istedikleri bir çözümün gerçekleşebilmesi için Kıbrıs'ın AB'ye üye olmasının elzem olduğu vurgulanan tasarıda, "Zaten AB, siyasi çözümü Kıbrıs'ın (Rum Kesiminin) üyeliği için önkoşul olarak koymadı" yorumu yapılıyor. Doğru, AB adada siyasi çözümü önkoşul olarak koymadı çünkü, AB'ye göre Kıbrıs'ta siyasi bir sorun yok, sadece Türk sorunu var. Bu sorun da bırakın siyasi bir sorun olmayı, azınlık sorunu olmayı bile hak etmiyor AB nazarında.
Görünürde bağlayıcı hiçbir özelliği olmayan bu tasarı kabul edildiği takdirde (ki büyük ihtimalle kabul edilir) ABD'nin konuya yaklaşımındaki çizgisini ve tarafını meşru bir zemine oturtacaktır. Çünkü şu anda ABD'nin izlediği politikanın tarafı belli olmakla beraber, net değilmiş izlenimi verilmek istenmektedir. Bundan böyle ABD Kıbrıs'ın AB'ye üyeliğine vereceği destekle hem tarafını belli etmiş olacak, hem de sorun ABD ve diğerlerinin istediği şekilde yani Türk'ün tanınmadığı bir şekilde çözümlenmiş olacak.
Cem İle PapandreU'nUn sİrtakİsİ
Bu cephede bu gelişmeler yaşanırken bizim cephemizde neler yaşanıyor acaba. Bizim cephemiz derken elbette ki; bu konularda çözüm mercii olarak gördüğümüz Türk Dışişlerinden bahsediyorum.
Dışişlerinden sorumlu bakanımız İsmail Cem bu günlerde çok yoğun. Yani Kıbrıs konusunda gelişen hadiselere ayıracak zamanı yok. Çünkü sayın Cem, şu sıralar bizim Yunanistan ile olan kadim dostluğumuzu (!) pekiştirmekle meşgul. Cem Kopenhag Kriterleri ve Katılım Ortaklığı Belgesi'ne atılan imzalardan çok yorulmuş olacak ki, kadim dostu Yorgo Papandreu ile Sisam ve Kuşadası'nda kadeh tokuşturup, sirtaki yapıp, güvercin uçurarak tatil yapıyor. Hem de birbirinden kıymetli dostluk mesajları vererek. Verilen mesajları; yaşadığımız deprem felaketinin ardından estirilmeye çalışılan ama kısa bir süre sonra şişirilmiş koca bir balon olduğunu gördüğümüz dostluk ve kardeşlik (!) mesajlarından hatırlıyorsunuzdur herhalde... Siz değerli okuyucuların hatırlayacağına eminim ama dışişlerimizden sorumlu bakanımızın hatırlayacağından o kadar emin değilim. Çünkü o kadar rakıdan sonra böyle bir şeyi hatırlamak oldukça güç olsa gerek.
Yeri gelmişken hatırlatmamızda fayda var, Kutadgu Bilig ve Siyasetnâme'de eski Türk devlet teşkilatında elçi ve hariciyeden sorumlu insanların vasıfları ve uyması gereken kurallar anlatılırken, elçi ve hariciyeden sorumlu insanların şarap ve sarhoş edici şeylerden uzak durmaları gerektiği üzerinde uzun uzun duruluyor. Buna sebep olarak ta; bir devletin en kritik mevkisinde görev alan ve bütün devlet sırlarını muhafaza eden bir görevli olarak hariciyeden sorumlu yetkilinin sahip olduğu sırları başkasıyla paylaşmaması ve bulunduğu mevkiinin ağırlığını taşıyabilecek doğru kararlar verebilmesi gösteriliyor...
Ama maalesef günümüzde devlet adamlarımızın çoğunun bu anlayıştan hayli uzak olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Özellikle hariciyeden sorumlu bakanımız bu konuda hiç hassasiyet göstermiyor dersek yanlış söylemiş olmayız. (diğer önemli mevkiide bulunan bakanımız Derviş de biraları bir bir yudumluyor. Bu haliyle ülke ekonomisi için ne kadar sağlıklı kararlar aldığı ortada...)
VerheUgen'İn verdİğİ mesaJ
Diğer taraftan AB Bakanımız Mesut Yılmaz'ın sık sık görüştüğü AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen'in bu hafta yaptığı açıklamalar hayli dikkat çekici. Verheugen'in Kıbrıs konusuna yaklaşımı ABD'den ve Yunanistan'dan farklı değil. Verheugen bu görüşünü her fırsatta söylemekten de çekinmiyor.
Hafta içinde Verheugen Kıbrıs konusunda şunları söylüyordu: "Kıbrıs (Rum Kesimi) ile tam üyelik müzakereleri sorunsuz sürüyor ve gelecek yıl sonunda biter. AB'nin stratejisi açık: BM'nin çözüm çabalarını destekliyoruz. Süratli ve barışçı bir çözüm bulunmasını arzu ediyoruz. 'Bu olmazsa ne olur, o zaman ne yaparız?' Savunduğumuz çizgiyi sürdürmek durumundayız. Durumun ne olacağını 2002'de görürüz. AB Konseyi, tüm etkenleri dikkate alarak bir karar verir. Kıbrıs konusu, önemli bir gündem maddesi olacak." Türklere çağrıda bulunmayı da ihmal etmeyen Verheugen şöyle devam ediyordu: "Bu vesileyle Türk hükümetine ve Kıbrıslı Türklere çağrımı yineliyorum. Barış sürecini tekrar başlatmak için ellerinden geleni yapsınlar. Yılbaşında, özellikle Kuzey Kıbrıs'ın tavrının katılaşması üzerine endişelerimi dile getirmiştim. Birleşmiş bir Kıbrıs'ın AB'ye katılımı, gerginliğin düşmesi ve kalıcı bir barışın garanti edilmesi için en iyi yöntemdir. Kıbrıslı Türk ve Rumların barış içinde birliktelikleri açısından bundan daha iyi bir araç yok."
Çözümün bu şekilde olacağına inanan birisiyle bizim hiçbir ortak noktamız olamayacağı ve hatta taban tabana zıt görüşlere sahip olduğumuz ortadayken, İsmail Cem'in de bu insanla hiçbir ortak görüşe sahip olmaması gerekmektedir. Çünkü sorunların çözüm merciinde kendisi bulunuyor ve bu konuda daha çok hassas olmasını beklemek hakkımız. Ama ne var ki, Verheugen'e bir Yunan gazetecinin, Türk Dışişleri Bakanı'nın, Brüksel'de yapılan Karma Parlamento Komisyonu (KPK) toplantısandaki sözlerini nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine, şu cevabı alıyordu: "Bu hafta Cem ile görüşmelerimden sonra iyimser olduğumu söylemeliyim. Kıbrıs'ta zamanında bir çözüm mümkün görünüyor." Bu cevaptan sonra sadece bir soru sorarak yorumu siz değerli okuyucuya bırakıyorum.
"Kıbrıs konusunda Rum tezini savunmaktan başka bir şey bilmeyen ve adadaki soruna getirdiği çözüm önerisiyle Türk tarafına hayat hakkı tanımayan Verheugen'e sayın Dışişlerinden sorumlu bakanımız İsmail Cem ne söyledi ki, Verheugen iyimser olduğunu söyleyebildi?"
GÜL KOKULU DOSTLAR
Mehlike Ergüven / A.Ü.S.B.F ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Yaşlı ıtriyatçı sordu; "Ne istiyorsun?"
"Ben camdaki ilanı gördüm, burda çalışmak istiyorum."
"Sen kendini bir tanıt bakayım."
"Efendim, ben öğrenciyim."
"Hepimiz öğrenciyiz."
"Şey, ben derslerimin olmadığı günler burda çalışmak istiyorum."
"Telefonlara bakarsın, siparişleri teslim edersin, buranın temizliğiyle ilgilenirsin, gelenleri ağırlarsın, yani burdaki her işi yaparsın ama çok fazla bir şey veremem sana."
"Kabul ediyorum, yalnız bir tek şey istiyorum" dedi ama ıtriyatçı onu susturdu: "Ne istediğini biliyorum, bulunca çekip gideceğini de, ama vakti var" dedi. "Hadi yarın Cumartesi, sabah namazdan sonra burda ol."
Kimdi bu yaşlı ıtriyatçı, daha ismini bile bilmiyordu, onu hemen işe almıştı ama ismini bile sormamıştı, hem ne isteyeceğini nerden biliyordu... Yol boyunca bunları düşündü.
Eve geldiğinde ikindi vakti girmişti. Abdest alırken ıtriyatçıdaki hoş kokunun kendi üzerine de sindiğini fark etti. Kendi kendine güldü, artık hoş kokulu bir işi vardı. Namazını kıldı, balkona çıktı, derin bir düşünceye dalmıştı, güneş batana kadar oturduğu yerden kalkmadı. Dilinde salavat-ı şerife ile Alemlerin Sevgilisini çağırıyordu. Akşam meltemiyle yine o gül kokusu geldi geçti. Gözlerine bir duman çöktü ve başını balkon demirine dayayıp ağlamaya başladı, içinden sessiz bir ahh çekti, bu ahh ile kalbinde hasretin çöl güneşi sıcaklığını hissetti, dünya alev alev yandı ama yanan kendisiydi, yandıkça ağladı ağladı.
Bu ıtriyatçı dükkanındaki işi aslında rüyasında bulmuştu.
Tam beş yıl önceydi, 16 yaşındaydı. Bir arkadaşından aldığı mektupta eğer gerçek sevgiyi bulmak isterse, birgün Hak Teala'nın dostlarıyla karşılaşmak ve Peygamber efendimizin kokusunu duymak isterse mektuba yazdıklarını yapmasının yeterli olacağını söylüyordu ve mektubun devamında tevbe-istiğfar getirip, hamd etmesini, sonra salavat getirmesini arkasından tevhid okumasını ve ism-i celali çokça söylemesini tavsiye ediyordu. Kolayca öğrensin diye de bir ilaç tarifi gibi şöyle yazmıştı.
33 defa Estağfirullah, Elhamdülillah
33 defa Allahümmesalli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed
33 defa la ilahe illallah
100 defa Allah (cc)
Amaca ulaşmak için sabırlı olmak ve sebat etmek gerekiyor demişti. Bu haberi aldığında birgün Habibullah'ın kokusunu duyacağına ve O'nun arkadaşlarıyla tanışacağına gönülden inanmıştı. Öyle ki bir müddet sonra arasıra gelip geçen bir hoş koku duymaya başlamıştı. Bu sanki gül kokusuna ama kokladığı hiç bir gülün kokusuna benzemiyordu. Öyle hoştu ki bazen bu kokuyla sarhoş olup bayılacağını sanuyordu ama aniden kayboluyordu. Önceleri yanındakilere soruyordu, bir koku var sen de duyuyor musun diye, ama anlamıştı kendinden başka kimse fark etmiyordu.
Bu arasıra duyulan gül kokusuyla, dost kokusuyla söylediği her salavatta derinden, ta kalbinin derinliklerinde bir şeylerin ona acı verdiğini hissetmeye başlamıştı. İçinde bir alev be gün artıyor, ince bir bıçak yarası gibi kalbini sızlatıyordu.
Arkadaşını arayıp bulmak, derdini anlatmak istedi. Ne de olsa bu derde o vesile olmuştu. Ancak arkadaşının vefat ettiğini haber aldığında derin bir hüzne boğuldu. Kalbinde bir hasret yarası açılmış dermanını soramadan dünya değişmişti.
İşte beş yıl sonra arkadaşını rüyasında gördü, bir ıtriyatçı dükkanında çalışıyordu arkadaşı. Ama hep aynı kokuyu, gül kokusunu satıyordu. Bu arasıra duyduğu muhabbet kokusu, dost kokusuydu.
Bu bir işarettir diye düşünüp bulduğu ilk ıtriyatçıdan iş istemek niyetiyle bu sabah evden ayrılmış ve işte istediği işi bulmuştu. Yalnız artık olaylar çok tuhaf gelişiyordu.
Seher vaktinde yine gül kokusuyla uyandı, kalkıp abdest aldı. Namazı camide kılarım diyerek ıtriyatçıya en yakın camiye doğru yola koyuldu. Bir serin Mayıs günüydü. Caminin bahçesindeki güller tomurcuklanmış, kimisi de açmıştı. Güllerin yanına gitti, açmış olanları kokladı, çok güzeldi. Sinesine çekti, sonra bir salavat getirdi. Tam o anda daha hafif ama çok daha tatlı başka, bambaşka bir gül kokusu duydu. Gülümsedi, içinden demek selamımı aldı dedi. Bunları düşünürken bir el onu kendine doğru çekti.
"Ahmet" dedi "kimi güller açar da kokusu zamanı ve mekanı aşar, kimileri de ona açacak bu kokuya bekler" ıtriyatçı, bu derin manalar taşıyan fakat manasını bir türlü kavrayamadığı sözlerle ne demek istemişti.
Itriyatçının baktıkça derinleşen yeşil gözlerinde kayboldu. Sonra ezan sesiyle kendine gelmeye çalıştı ve ona sordu: "ismimi nasıl bildiniz?" yine anlayamadığı manalı bir cevap aldı; "Bu yolda herkes birbirini tanır, her yolcunun bir adı da Ahmet'tir,"
Birlikte namazlarını eda edip dükkana geçtiler. Itriyatçı ona hang işleri nasıl yapacağını anlattı. Artık yeni işine başlamaya hazırdı. Yeni işiyle beraber yeni bir dünya başlıyordu.
Günler böyle hoş kokularla uğraşıp geçerken Mayıs'ın son Cuması bir telefon geldi. Ahmet hazırlandı, çok miktarda gül kokusu siparişi vardı. Itriyatçıya siparişi teslim için alıcıyla Cuma namazında uzak bir camiide sözleştiklerini söyleyip ayrıldı. Itriyatçı benden selam söyle demişti. Ahmet buna hiç şaşırmadı o, zaten her müşterisine selam yollardı...
Namazı kılıp caminin bahçesindeki bir banka oturdu. Bu kadar çok koku isteyen kişi herhalde Cuma'dan sonra cemaata ikram edecek diye düşünürken kendi yaşlarında bir genç gülümseyerek yanına yaklaştı... Selam verdi, "sirarişleri ben istemiştim, siz Ahmetsiniz değil mi?" dedi. Şaşırmıştı, ismini nerden biliyordu. Kendi içinden beni gören herkes bunun adı herhalde Ahmet'tir diye mi düşünüyor, dedi. Genç, onun daha fazla düşünmesine fırsıt vermedi, 'siparişleri şu karşıdaki haneye götüreceğiz' dedi.
Birlikte yürüdüler, genç arkadaş şu karşıdaki hane derken ne kadar yakın gelmişti. Oysa bir hayli yürümeleri gerekti. Yol boyunca bu genç ona sorular soruyordu. "Ne zamandır bu işi yapıyorsun" dedi. "Bir ay olacak" diye cevap verdi. Ahmet de ona sordu; "İsmimi nasıl bildin?" bunu sorarken ıtriyatçının verdiği cevabı düşünüyordu. Acaba bu genç de mi yolcuydu.
Bir bahçenin tahta kapısını çaldılar. Yine güller, güller hep beyaz güller... Ahmet içinden salavat getirdi, yine rüyalarındaki kokuyu hissetti ve karşısında yeşil gözleriyle ona bakan nur yüzlü zât'ı gördü.
Gül yüzlü zat şişelerden birini açtı, kollarını ve boynuna sürdü, sonra Ahmet'e ve diğer gence ikram etti. Gence "misafirimizle ilgilenin", deyip oradan ayrıldı.
O gece eve geldiğinde bütün düşünceleri alt üst olmuştu. Yatağına uzandı, ağlamaya başladı, "Leyla bu hal nedir?" diye soruyordu. Ağlayarak uyuduğu, rüyasında ıtriyatçıyı gördü. Derin yemyeşil gözleriyle ona bakıyordu. Sonra yüzü bu gün gül kokusu sipariş eden o nur yüzlü zat oldu sanki. Siması bir ıtriyatçı bir o nur yüzü olmuyordu.
Sabah ise gittiğinde ıtriyatçı çoktan gelmişti. "Ahmet geç kaldın" dedi. "Namaza camiye de gelmedin". Ahmet karşısına geçip, yeşil gözlerine derin derin baktı. Dün yaşadıklarını anlattı. İtriyatçı ona "her şeyin bir hikmeti vardır. Kişi aradığını bulur, isteyene verilir, bu yol Habibullah'ın muhabbet yoludur. Koku O'nun nazar O'nun, yolcu O'nundur."
"İlk defa bir şeyin hikmetini soracağım. Kendisi öyle güzel kokuyorken niçin başka kokular süründü?" ıtriyatçı tebessüme şöyle dedi: "Anlamadın mı, kendi kokusunu gizlemek için, Allah dostları Peygamber varisleridir. Her zaman ve her mekanda insanlığı, Allah'a taşırlar. Sen yolcusun, ne mutlu sana ki Habibullah'ın dostlarını gördün, sana kokusunu bile yollamış daha ne bekliyorsun" dedi.
Ahmet Itriyatçının elini öptü, veda eder gibi sarıldı. Şimdi o güzel kokulu, o nur yüzlü zatın yanına gidiyordu. Elinde bir beyaz gül demeti vardı. Itriyatçı selamve muhabbetlerini yollamış, ne götüreyim deyince sözverdiğin gül demetini götür demişti. Evet, yıllar önce eğer bir gün sana kavuşursam, bir beyaz gül demetiyle kapında bekleyeceğim diye söz ver mişti.
Kapısında tam 21 yıl hasretini çektiği Leyla'sına kavuşan Ahmet, Itriyatçıyı ne kadar aradıysa da bulamadı...
Örf ve âdetlerin toplum hayatındaki yeri
Oğuz KÖRO?LU
Milli değerlerimizi oluşturan unsurlar arasında, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ve bütün toplumca benimsenip uygulanan kurallar bulunmaktadır. Fertlerin gönüllü kabulüne dayanan, vicdanlarını etkileyip kendi kendilerini kontrol etmelerini sağlayan ve onaların davranışlarına yön veren bu kurallar; töre ve gelenekler, örf ve âdetlerdir.
Örf ve âdetler, bir milletin karakteristik özelliklerini belirleyen, milli benlik ve şahsiyetini koruyan sosyal prensiplerdir. Köklü bir geçmişe sahip olan milletlerin en bariz özellikleri, manevi değerleri, töre ve gelenekleredir. Tarih boyunca yoğrulup olgunlaşmış, milletle özdeşleşmiş olan bu değerlerin insan hayatında önemli işlevleri vardır.
BİRLİK VE BERABERLİ?İN TEMİNATI
Örf ve âdetlerin en önemli fonksiyonu, millet bireylerini tek bir bünye olarak tutan ve birlik ve beraberliği sağlayan özelliğidir. Bu değerler, toplumun tümünü birleştiren ve aynı hedeflere yönelten bir ahlâk, duygu ve düşünce meydana getirmekte, fertleri birbirine bağlamaktadır. Örf ve âdetler, toplumun kaynaşıp bütünleşmesinde etkili rol oynayan ve karşılıklı ilişkileri düzene koyan unsurlardandır. Ziyaretler, kutlamalar, bayramlaşma, selamlaşma, hediyeleşme gibi davranışlar bireylerin birbirelerini daha iyi tanımalarına, aralarındaki bağların güçlenmesine katkıda bulunan alışkanlıklardır. Bunlar da, toplumdaki birlik ve beraberliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın devamlılığını temin etmektedir. Örf ve âdetler, aynı zamanda milli kültürün birer zenginliği olduğundan, onlara bağlılık; kültürel kimliğin korunmasında da önemli bir etkiye sahiptir.
GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA KÖPRÜ
Örf ve âdetler, millet olarak geçmişimiz ile geleceğimiz arasında bir köprü oluşturmaktadır. Milli kimliğimiz ve kültürümüz, gelecek kuşaklara, örf ve âdetlerle ulaştırılır. O bakımdan bu değerlerin kişiler tarafından korunması, içtenlikle yaşanıp geliştirilmesi, millet hayatının devamı için vazgeçilmezdir.
Örf ve adetlerin toplum tarafından korunup benimsenmesi, inanç ve ahlâki yapıyla bütünleşmesiyle mümkündür. Örf ve âdetleri denetleyen ve işlemesini sağlayan, kanunlardan ziyade dinî inançlarla birlikte ahlâktır. Dolayısıyla örf ve âdetlerin sosyal hayatta yerleşmesi için toplumun inancına ve ahlâkına uygun olması gerekir.
Örf ve âdetlerin, ortak davranış kalıpları olarak ortaya çıkması, toplumu oluşturan fertlerin aynı kültür kaynağından beslenmeşi olmalarındandır. Nitekim, millet hayatında ortak duygu ve düşüncenin ürünü olan örf ve adetleri, toplumun giyim kuşamında, sevgi, saygı, misafirperverlik, vatanseverlik gibi değerlerinde, düğün ve bayramlarında görmekte, aynı kültür ve medeniyetin izlerine rastlamaktayız.
Yapıcı ve birleştirci özelliğiyle, yasaların etkili olamadığı zamanlarda dahi, örf ve âdetler; millet hayatında bir otorite, sosyal düzeni sağlayan bir güç olmaktadır. Devlet otoritesinin yok olduğu, yasaların geçerli olmadığı bunalımlı dönemlerde bile örf ve âdetler, bu özelliğini korumuş ve işlevini sürdürmüştür. Devletin ve hukuki kuralların üstesinden gelemediği bir çok problemleri, örf ve âdetlerin birleştirici özelliği çözmektedir.
BİREYSELLEŞME VE YABANCILAŞMA TEHDİDİ
Örf ve âdetlerin yaşatılması, bunlara önem vermeye ve devamlılıklarını sağlama konusunda duyarlı olmaya bağlıdır. Gün geçtikçe bireyselleşmenin ve toplumsal yabancılaşmanın hızla artması, örf ve âdetlerimizin işlevini ortadan kaldırmakta ve milli bütünlüğümüzü tehdit etmektedir.
Milleti bir arada tutan ve milli birlik ve beraberliği sağlayan örf ve âdetlerin zayıfladığı ve hiçe sayıldığı toplumlarda bölünüp parçalanmak kaçınılmazdır. Kendi benliğini kaybedip, kültürel değerlerinden uzaklaşan milletler, yabancı kültürlerin etkisinde kalmaktan kurtulamazlar. Böyle bir milletin de, ne kendi milliyeti içinde kalması, ne de bir başkasının aynısı olması hiç ama hiç mümkün değildir!..
PULLUK
Mehmet YILMAZATA
Bu hafta, PTT idaremizin Ocak 2001'de çıkarmış oldugu 200000 TL değerindeki Türksat 2A konulu, puldan hareketle Türksat uydularımız hakkında kısa bir bilgilendirme yapmaya çalışacağım. Türksat isimli uydularımızın tarihi 24 Ocak 1994'te atılan, ancak maalesef kısa bir süre sonra patlayan Türksat 1A ile başladı. 11 Ağustos 1994'te Türksat 1B (5000/1500 TL pulunda) başarılı bir şekilde uzaya fırlatıldı. Halen kullanımda bulunan uydunun ömrü 2004'te bitecek. Ayrıca Türksat 1C 10 Temmuz 1996'da hizmete girdi. 11 Ocak 2001'de ise, ta 1997'den itibaren hazırlanan, % 75 Türk Telekom'a ve % 25 Alcatel Space 'e ait olan Türksat 2A Fransız Guayana'daki Korou Üssü'nden Ariane füzesiyle uzaya fırlatıldı. Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz'e göre barışa hizmet edecek. Avrupa, Türkiye ve Orta Asya'yı kapsayan 2 sabit anten ve 2 hareketli spot antene sahip olan Türksat 2A, İsrail, Ürdün, Lübnan ve Karadeniz'e kıyısı olan ülkelere açılacak. Uydunun sabit vericileri, hedef pazar olan Türkiye, Orta ve Doğu Avrupa, Orta ve Batı Asya, İsrail, Ürdün ve Lübnan'da yüksek güçte bant erişimi sağlayacak ve yaklaşık 620 milyon kişiye ulaşacak. Uydunun hareketli iki vericilerinin sayesinde ihtiyaç oldugu takdirde Ortadoğu, Batı Rusya ,Ukrayna, Güney Afrika, Hint Yarımadasına da erişim sağlayabilir. 300 Milyon dolara mal olan Türksat 2A'nın 15 sene içinde 1,5 Milyar dolar gelir sağlayacağı tahmin ediliyor.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.