Devletler, milletlerin belli bir toprak parçası üzerinde siyasi teşkilâtlanması sonucu ortaya çıkan tüzel kişiliklerdir. Bu tanıma göre devletler, millet, toprak, egemenlik ve siyasi teşkilâttan oluşmaktadır. Bunlarından birinin eksikliği veya yeterince olmaması devleti, gerçek devletlikten uzaklaştırır. Bu tür devletlerin yapılanması, her ne kadar gerçek devletlerinkine benzese bile hüküm değişmez. Sözünü ettiğimiz devletlerin sayısı hiç de az değildir. Sömürücü emperyalist devletler, bu sayının daha da artması için yoğun çalışmalar yapmaktadır. Meselâ ABD, Ortadoğu’da bunu gerçekleştirmenin peşindedir. İstiyor ki, Ortadoğu’da devlet gibi devlet, tek İsrail olsun.
Büyük devlet tecrübesiyle kurulmuş devletimizde de maalesef, devleti oluşturan unsurlarda aşınmalar, sapmalar ve anlayış değişikliği yaşanmaktadır. Birinci değişiklik millet anlayışımızda olmuştur. İstiklâl Mücadelesi yıllarında yayınlanan Amasya Tamimi’nde, “milletin istiklâlini yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır” derken, kast edilen millet unutulmuş. “Ya istiklâl, ya ölüm” parolasıyla ayağa kalkan, Atatürk’ün deyimiyle “anasır-ı İslâmiye”nin yerine, etnik unsurlar konulmuş. Sözün özü, millet anlayışımız terkedilmiş, Batı’nın millet anlayışı benimsemiştir. Bunun, Batı için ne anlama geldiğini ve önemini İngiliz tarihçi Arnold Toynbee şu sözlerle ifade ediyor: “Türklerin, Batı’nın milliyet fikrini benimsemeleri, Batı’nın zaferidir. Bu, askeri zaferden üstün görülmelidir.” Millet anlayışın değişmesi, tabii olarak devlet anlayışını da değiştirdi. Çok şükür ki, milletimiz aynı millet anlayışını koruduğu için birliğimizi ve beraberliğimizi bugüne kadar sürdürdük.
Devleti oluşturan unsurlardan toprak parçası, yani vatan anlayışımızda da değişiklikler yaşanmaktadır. Türk milletinin anlayışında vatan, alelade bir toprak parçası değil, sevgisi imandan sayılan mukaddes bir değerdir. Çocuklarımıza öğrettiğimiz, “İster savaş, ister barış/ Vermem ondan ben bir karış” marşları artık geçmişte kaldı. Vatan toprakları karış hesabıyla değil, hesapsız bir şekilde yabancılara satılmaktadır.
Devletin olmazsa olmazlarından egemenlik unsuruna gelince, o lügatlerden hepten silinmiş. Egemenlik, ikili anlaşmalarla büyük oranda uluslararası kurumlara devredilmiş durumda. Hem de o kadar pişkince devrediliyor ki, sormayın gitsin. Roma’da, Avrupa Anayasası imzaladığında, o zaman TBMM Başkanı olan Bülent Arınç’a, bunun egemenliğin devri anlamına gelip gelmediği soruluyor. Arınç, “Egemenlik devri ayıp, günah, çirkin bir şey değildir” diyor. Bu cevap, egemenlik anlayışının tersyüz edildiğini göstermesi bakımından çok ilginç bir örnektir. Hâlbuki Türk milletinin anlayışına göre egemenlik, bölünmez ve devredilemez mutlak bir değerdir. İstiklâl Mücadelesi, bu değeri korumak ve yaşatmak için verilmiştir.
Devletin, siyasi teşkilâtlanma ve siyasi anlayışında da yüzde yüz değişikliğine gidilmiş. Terörle müzakere, bu siyasi anlayış değişikliğinin sonucudur. Şimdiye kadar devletimizi idare edenler, “devlet eşkıya ile pazarlık etmez” diyerek, terör örgütüyle müzakereyi reddetmiş, ne pahasına olursa olsun onunla mücadeleyi sürdürmüştür. Daha doğrusu, devlet olmanın gereğini yapmıştır. Birileri silâha sarılıp devlete başkaldırmışsa, devlet onu cebirle yola getirir. Çünkü devlet, cebir kullanma tekelini elinde bulunduran tek kurumdur. AKP hükümeti, bu siyasi anlayışı da değiştirdi. Terör örgütüyle müzakere başlattı. Hem de dünyada eşi ve emsali görülmemiş bir şekilde. Deniliyor ki, “Batı devletlerinde de terör örgütleriyle müzakereler yapıldı.” Batı devletlerinden verilen örnekler, Türkiye’de yapılanla hiç benzerlik arz etmiyor. Aslında o devletler, terör örgütleriyle değil, örgütünün hak iddia ettiği bölgeden seçilen milletvekilleriyle müzakere etmiştir. Türkiye’de ise durum tamamen farklı cereyan etmektedir. Sonuç olarak ifade edersek, devleti devlet yapan bütün unsurlarda, çok yanlış bir anlayış değişikliği söz konusudur. Buna “dur” denilmezse, felâket kaçınılmazdır.
Büyük devlet tecrübesiyle kurulmuş devletimizde de maalesef, devleti oluşturan unsurlarda aşınmalar, sapmalar ve anlayış değişikliği yaşanmaktadır. Birinci değişiklik millet anlayışımızda olmuştur. İstiklâl Mücadelesi yıllarında yayınlanan Amasya Tamimi’nde, “milletin istiklâlini yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır” derken, kast edilen millet unutulmuş. “Ya istiklâl, ya ölüm” parolasıyla ayağa kalkan, Atatürk’ün deyimiyle “anasır-ı İslâmiye”nin yerine, etnik unsurlar konulmuş. Sözün özü, millet anlayışımız terkedilmiş, Batı’nın millet anlayışı benimsemiştir. Bunun, Batı için ne anlama geldiğini ve önemini İngiliz tarihçi Arnold Toynbee şu sözlerle ifade ediyor: “Türklerin, Batı’nın milliyet fikrini benimsemeleri, Batı’nın zaferidir. Bu, askeri zaferden üstün görülmelidir.” Millet anlayışın değişmesi, tabii olarak devlet anlayışını da değiştirdi. Çok şükür ki, milletimiz aynı millet anlayışını koruduğu için birliğimizi ve beraberliğimizi bugüne kadar sürdürdük.
Devleti oluşturan unsurlardan toprak parçası, yani vatan anlayışımızda da değişiklikler yaşanmaktadır. Türk milletinin anlayışında vatan, alelade bir toprak parçası değil, sevgisi imandan sayılan mukaddes bir değerdir. Çocuklarımıza öğrettiğimiz, “İster savaş, ister barış/ Vermem ondan ben bir karış” marşları artık geçmişte kaldı. Vatan toprakları karış hesabıyla değil, hesapsız bir şekilde yabancılara satılmaktadır.
Devletin olmazsa olmazlarından egemenlik unsuruna gelince, o lügatlerden hepten silinmiş. Egemenlik, ikili anlaşmalarla büyük oranda uluslararası kurumlara devredilmiş durumda. Hem de o kadar pişkince devrediliyor ki, sormayın gitsin. Roma’da, Avrupa Anayasası imzaladığında, o zaman TBMM Başkanı olan Bülent Arınç’a, bunun egemenliğin devri anlamına gelip gelmediği soruluyor. Arınç, “Egemenlik devri ayıp, günah, çirkin bir şey değildir” diyor. Bu cevap, egemenlik anlayışının tersyüz edildiğini göstermesi bakımından çok ilginç bir örnektir. Hâlbuki Türk milletinin anlayışına göre egemenlik, bölünmez ve devredilemez mutlak bir değerdir. İstiklâl Mücadelesi, bu değeri korumak ve yaşatmak için verilmiştir.
Devletin, siyasi teşkilâtlanma ve siyasi anlayışında da yüzde yüz değişikliğine gidilmiş. Terörle müzakere, bu siyasi anlayış değişikliğinin sonucudur. Şimdiye kadar devletimizi idare edenler, “devlet eşkıya ile pazarlık etmez” diyerek, terör örgütüyle müzakereyi reddetmiş, ne pahasına olursa olsun onunla mücadeleyi sürdürmüştür. Daha doğrusu, devlet olmanın gereğini yapmıştır. Birileri silâha sarılıp devlete başkaldırmışsa, devlet onu cebirle yola getirir. Çünkü devlet, cebir kullanma tekelini elinde bulunduran tek kurumdur. AKP hükümeti, bu siyasi anlayışı da değiştirdi. Terör örgütüyle müzakere başlattı. Hem de dünyada eşi ve emsali görülmemiş bir şekilde. Deniliyor ki, “Batı devletlerinde de terör örgütleriyle müzakereler yapıldı.” Batı devletlerinden verilen örnekler, Türkiye’de yapılanla hiç benzerlik arz etmiyor. Aslında o devletler, terör örgütleriyle değil, örgütünün hak iddia ettiği bölgeden seçilen milletvekilleriyle müzakere etmiştir. Türkiye’de ise durum tamamen farklı cereyan etmektedir. Sonuç olarak ifade edersek, devleti devlet yapan bütün unsurlarda, çok yanlış bir anlayış değişikliği söz konusudur. Buna “dur” denilmezse, felâket kaçınılmazdır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018