"Osmanlı'nın Bozgun Yılları" isimli eserinde Stephan Lauzen, Balkan Savaşlarındaki Devlet-i Aliyye'yi bir gazetecinin perspektifinden yansıtır. Evvel zamanların üç kıtaya nam salmış ordusunun içler acısı durumunu gözler önüne sererken, dönemin Sadrazamı Kamil Paşa'yı yenilgiler karşısında şöyle tasvir eder:
"Kamil Paşa Meclise açılan odanın üç penceresinden birinin camına buruşmuş alnını dayıyordu. O zaman pencereden etraftaki camilerin kubbelerine uzun süre gözlerini dikiyordu. O camilerde, harp musibetinden kaçıp, köylerini bırakıp gelmiş nice çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar, karışık yığınlar halinde bekliyorlardı. Sonra biraz da tifoya hastalık ve sefalete uğramış göçmenlerle dolu İstanbul'un küçük ahşap evlerine gözlerini dikiyor ve kendisinin kulağına doğru yükselen iniltileri dinliyordu. Bu iniltilerin Avrupa'ya kadar uzanabileceğini ve oradan da duyulacağını zannediyordu. Kamil Paşa 85'lik yaşına rağmen merhametin yalnız edebiyata ait olduğunu ve siyasette kuvvetten başka bir şeyin egemen olmayacağını bilemiyordu" (Osmanlı'nın Bozgun Yılları-Stephan Lauzen, s.88).
Elbette ki Sadrazam'ın penceresinden gözüken tabloda duyguların galeyana gelmemesi mümkün değildi ama bir devlet adamının dinde teslimiyetin, bilimde şüpheciliğin, edebiyatta hislerin ve siyasette kudretin esas alınması gerektiğini bilmesi lazımdı.
Devamında merhameti bizzat ülkeyi istila edenden beklemek ya da Avrupalı'yı idealize ederek kendisinde bulunmayan sıfatlarla vasıflandırmak olsa olsa içinde bulunduğu acziyetin ifadesiydi.
Aslında her haliyle Kamil Paşa'nın yaşadığı bir "boyut karmaşası"ydı ve aynı problemi kendisinden yaklaşık 200 sene önce Lale Devri'nin sanatkâr ruhlu veziri Damat İbrahim Paşa yaşamıştı. "Dirayetiyle günlük her türlü sorunu çözüme kavuşturan fakat ertesi günün tehlikelerini ve zorluklarını ortadan kaldırma maharetini gösteremeyen Paşa " (Lale Devri-Ahmed Refik, s. 24).
Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan ancak barışla çıkabileceğine inanıyor ve barışın ise daima savaşa hazır olmayla mümkün kılınacağını anlamıyordu. "Sultan III. Ahmet ile veziri Sadabat'ta vakit geçirirlerken, Büyük Petro fabrikalarda çalışarak, amelelik yaparak Rus milletini kurtarmış, milletine Asya'da yeni servetler tedarik etmenin çarelerini göstermişti."(Age s. 85). Halbuki onüç yıldan fazla bir zamandan beri devlet idaresiyle meşgul olan Damat İbrahim Paşa, mevkiini bile muhafaza edecek metaneti gösterememişti. Öyle ki bir kaç yıl sonra ortaya çıkan Patrona Halil İsyanı, üç kahveci ile bir kaç manavın öncülüğünde gelişerek Osmanlı tahtını sarsmış, Sultan III. Ahmed'in muhteşem vezirini altına ve ziynete boğulmuş erkanını kanlar içinde yere sermişti. (Age s. 84).
Biz boyut karmaşasıyla ilgili olarak Kamil ve İbrahim Paşaları itham ederken aslında yaşananın insanın zor dönemlerde ürettiği yadsıma becerisi olduğunu itiraf etmeliyiz.
Bu beceride hayatın gerçeklerini göğüsleyerek gerçekçi çözümler üretmek yerine onları olduğundan farklı algılamak çabası ağır basmaktadır. Mesela bilimin bizzat kendisi "dogma"ya dönüşmeye müsait olmadığı ve sürekli doğruları gözden geçirerek test ettiği halde, biz onu inanç düzlemine çekmeye çalışırsak ya da dağlar kadar günaha tahammülü olduğu halde zerre kadar şüpheye yer vermeyen dinimize kuşkuyla bakarsak, bu durumda dinden ve bilimden korktuğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü yaptığımız bir tür yadsımadır. Yadsıma da beraberinde, ele alınan kavramları yeniden tanımlamayı gerektirir.
Öbür türlü ahir zamanda doğan her yeni günle beraber dine, bilime, tarihe yeni tanımlar kazandırılması nasıl açıklanabilir?
"Kamil Paşa Meclise açılan odanın üç penceresinden birinin camına buruşmuş alnını dayıyordu. O zaman pencereden etraftaki camilerin kubbelerine uzun süre gözlerini dikiyordu. O camilerde, harp musibetinden kaçıp, köylerini bırakıp gelmiş nice çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar, karışık yığınlar halinde bekliyorlardı. Sonra biraz da tifoya hastalık ve sefalete uğramış göçmenlerle dolu İstanbul'un küçük ahşap evlerine gözlerini dikiyor ve kendisinin kulağına doğru yükselen iniltileri dinliyordu. Bu iniltilerin Avrupa'ya kadar uzanabileceğini ve oradan da duyulacağını zannediyordu. Kamil Paşa 85'lik yaşına rağmen merhametin yalnız edebiyata ait olduğunu ve siyasette kuvvetten başka bir şeyin egemen olmayacağını bilemiyordu" (Osmanlı'nın Bozgun Yılları-Stephan Lauzen, s.88).
Elbette ki Sadrazam'ın penceresinden gözüken tabloda duyguların galeyana gelmemesi mümkün değildi ama bir devlet adamının dinde teslimiyetin, bilimde şüpheciliğin, edebiyatta hislerin ve siyasette kudretin esas alınması gerektiğini bilmesi lazımdı.
Devamında merhameti bizzat ülkeyi istila edenden beklemek ya da Avrupalı'yı idealize ederek kendisinde bulunmayan sıfatlarla vasıflandırmak olsa olsa içinde bulunduğu acziyetin ifadesiydi.
Aslında her haliyle Kamil Paşa'nın yaşadığı bir "boyut karmaşası"ydı ve aynı problemi kendisinden yaklaşık 200 sene önce Lale Devri'nin sanatkâr ruhlu veziri Damat İbrahim Paşa yaşamıştı. "Dirayetiyle günlük her türlü sorunu çözüme kavuşturan fakat ertesi günün tehlikelerini ve zorluklarını ortadan kaldırma maharetini gösteremeyen Paşa " (Lale Devri-Ahmed Refik, s. 24).
Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan ancak barışla çıkabileceğine inanıyor ve barışın ise daima savaşa hazır olmayla mümkün kılınacağını anlamıyordu. "Sultan III. Ahmet ile veziri Sadabat'ta vakit geçirirlerken, Büyük Petro fabrikalarda çalışarak, amelelik yaparak Rus milletini kurtarmış, milletine Asya'da yeni servetler tedarik etmenin çarelerini göstermişti."(Age s. 85). Halbuki onüç yıldan fazla bir zamandan beri devlet idaresiyle meşgul olan Damat İbrahim Paşa, mevkiini bile muhafaza edecek metaneti gösterememişti. Öyle ki bir kaç yıl sonra ortaya çıkan Patrona Halil İsyanı, üç kahveci ile bir kaç manavın öncülüğünde gelişerek Osmanlı tahtını sarsmış, Sultan III. Ahmed'in muhteşem vezirini altına ve ziynete boğulmuş erkanını kanlar içinde yere sermişti. (Age s. 84).
Biz boyut karmaşasıyla ilgili olarak Kamil ve İbrahim Paşaları itham ederken aslında yaşananın insanın zor dönemlerde ürettiği yadsıma becerisi olduğunu itiraf etmeliyiz.
Bu beceride hayatın gerçeklerini göğüsleyerek gerçekçi çözümler üretmek yerine onları olduğundan farklı algılamak çabası ağır basmaktadır. Mesela bilimin bizzat kendisi "dogma"ya dönüşmeye müsait olmadığı ve sürekli doğruları gözden geçirerek test ettiği halde, biz onu inanç düzlemine çekmeye çalışırsak ya da dağlar kadar günaha tahammülü olduğu halde zerre kadar şüpheye yer vermeyen dinimize kuşkuyla bakarsak, bu durumda dinden ve bilimden korktuğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü yaptığımız bir tür yadsımadır. Yadsıma da beraberinde, ele alınan kavramları yeniden tanımlamayı gerektirir.
Öbür türlü ahir zamanda doğan her yeni günle beraber dine, bilime, tarihe yeni tanımlar kazandırılması nasıl açıklanabilir?
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Mehmet Maruf / diğer yazıları
- Akrep kıskacı / 05.12.2019
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013
- NATO "güvenilir" midir? / 15.10.2015
- Düşmanı tanımak / 19.01.2014
- Ajax Operasyonu-II / 14.01.2014
- Ajax Operasyonu-I / 13.01.2014
- Ali Napolyon, Hacı Wilhelm ve diğerleri / 30.11.2013
- Batı bizden korkar mı? / 23.11.2013
- Biz ancak bize benzeriz / 17.11.2013
- Biz kimiz? / 14.11.2013
- Bin yıllık korku / 10.09.2013