1974 çıkarmasından sonra bağımsızlığını ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti genç bir devlet olmasına rağmen, kısa tarihinde büyük bir varlık mücadelesi sergilemiştir.
Adadaki Türk nüfusunu yok sayan, buradaki Türk askerini işgalci gören topyekün Batı alemine karşı tek başına direnmektedir.
Tek başınadır, çünkü 1960 anlaşmalarına göre Türkiye'nin garantörlük hakkı bulunmasına karşın, AB'ye girmek uğruna dönemin siyasileri 1999 Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'taki Türk toplumunun haklarını masada bırakmıştı.
Alınan kararlardan memnuniyetini dile getiren Simitis, "Türkler'e zehiri şerbet içinde sunduk, onlar da kabul ettiler" yorumunu yapmıştı.
Bu zirve Kıbrıs Rum Kesimi'nin AB adaylığının önündeki pürüzleri kaldırırken, 1990 yılı da AB-Kıbrıs Rum Kesimi ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır.
1990 yılında Kıbrıs Rum Kesimi, özellikle Yunanistan'dan da aldığı destekle AB'ye, adayı tek başına temsilen tam üyelik başvurusunda bulunmuştu.
Bu ise anayasal açıdan imkânsız bir durumdur. Zira, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının 185/2. paragrafında, "Kıbrıs'ın tamamen veya kısmen herhangi bir diğer devletle birleşmesi veya ayrılığı güden bir bağımsızlık, konu haricidir" denilerek böyle bir halin olamayacağı maddeleştirilmişti.
Yasal düzenleme ortada olmasına rağmen, 1990 yılında yapılan başvuruyu hemen dikkate alan AB, 1997 Lüksemburg Zirvesi ile Kıbrıs'ı genişleme sürecine almıştır. 31 Mart 1998 tarihinden itibaren üyelik müzakerelerinin başlatılacağı karara bağlanmıştır.
Batı'nın yalnız menfaatleri istikametinde hareket eden, hukuk tanımaz tutumun bir örneği olan bu kabule rağmen, Türkiye gerekli tavrı ortaya koyamadığı gibi; 1999 Helsinki sonuç bildirgesine attığı imza ile Kıbrıs'taki haklarından vazgeçmiştir.
Bildirgenin konu ile ilgili 3/a ve b paragraflarında "... Avrupa Konseyi, siyasi çözümün Kıbrıs'ın AB üyeliğini kolaylaştıracağını vurgular. Üyelik görüşmelerine kadar anlaşma sağlanamaması durumunda, konsey, üyeliğe ilişkin kararı önkoşulsuz verecektir."
Yani, 2002 yılı sonuna kadar barışçıl yollarla adadaki meseleler çözümlenemezse dahi; AB, Rum Kesimiyle adanın tek temsilcisi olarak müzakereleri netleştirecek ve 2004 yılında tek yetkili sıfatıyla üyeliğe dahil edecektir.
Türkiye için stratejik öneme sahip ve Akdeniz'de Ortadoğu'ya açılan önemli bir üs konumundaki Kıbrıs imzaladığımız bu kararla bizim için ciddi bir tehlikeye dönüşmüştür.
Çünkü Kıbrıs Rum Kesimi'nin AB üyeliği kesindir. Türkiye'nin adayı ilhakı veya garantörlük hakkına dayanarak saldırı ihtimali dikkate dahi alınmamakta, hatta Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız Jean Charles'ın ifadesiyle "Böyle bir ilhak AB ile Türkiye arasında bir savaş sebebi" sayılmaktadır.
2001 Aralık ayında başlayan ve halen devam eden Denktaş-Klerides görüşmelerinden de bu sebeple bir netice çıkmamaktadır.
Adada iki tarafın eşit temsili, egemenlik hakları, toprak paylaşımı meselelerinin gündem edildiği toplantılar, yaklaşık 1 senedir sürmesine rağmen henüz gelişme kaydedilmemiştir.
2002 yılı sonuna kadar bu şekilde oyalanan Türk tarafı, Türkiye'nin de imzaladığı AB belgesine göre 2004'te resmen adada işgalci konumuna düşecektir.
AB'ye üye bir Kıbrıs'a Türkiye'nin müdahalesi ise, Avrupa toprağının bir parçasına saldırıdan başka bir şey olmayacaktır.
Kıbrıs meselesi bir başlangıçtır. AB'ye üyelik sürecinde siyasî pek çok tavizin istendiği resmî belgelerle sabittir.
Türkiye neredeyse 50 yıl önce başlayan AB rüyasından artık uyanmalı, başta egemenliği olmak üzere diğer devlet vasıflarını yitirmeden, daha fazla rencide olmadan kendi menfaatleri istikametinde hedefler belirlemelidir.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki bir meseleyi uluslararası platforma taşıyarak, bütünlüğümüzü tehdit etme cüretinde bulunan AB'nin bizim için yegane kurtuluş olmadığı artık açıkça görülmelidir.
Milli tezimiz Kıbrıs konusunda, sorun bütünlüğümüzü tehdit edici noktalara taşınmadan lehimize neticelenecek adımların bir an önce atılması şarttır ve de zarurîdir.
Adadaki Türk nüfusunu yok sayan, buradaki Türk askerini işgalci gören topyekün Batı alemine karşı tek başına direnmektedir.
Tek başınadır, çünkü 1960 anlaşmalarına göre Türkiye'nin garantörlük hakkı bulunmasına karşın, AB'ye girmek uğruna dönemin siyasileri 1999 Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'taki Türk toplumunun haklarını masada bırakmıştı.
Alınan kararlardan memnuniyetini dile getiren Simitis, "Türkler'e zehiri şerbet içinde sunduk, onlar da kabul ettiler" yorumunu yapmıştı.
Bu zirve Kıbrıs Rum Kesimi'nin AB adaylığının önündeki pürüzleri kaldırırken, 1990 yılı da AB-Kıbrıs Rum Kesimi ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır.
1990 yılında Kıbrıs Rum Kesimi, özellikle Yunanistan'dan da aldığı destekle AB'ye, adayı tek başına temsilen tam üyelik başvurusunda bulunmuştu.
Bu ise anayasal açıdan imkânsız bir durumdur. Zira, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının 185/2. paragrafında, "Kıbrıs'ın tamamen veya kısmen herhangi bir diğer devletle birleşmesi veya ayrılığı güden bir bağımsızlık, konu haricidir" denilerek böyle bir halin olamayacağı maddeleştirilmişti.
Yasal düzenleme ortada olmasına rağmen, 1990 yılında yapılan başvuruyu hemen dikkate alan AB, 1997 Lüksemburg Zirvesi ile Kıbrıs'ı genişleme sürecine almıştır. 31 Mart 1998 tarihinden itibaren üyelik müzakerelerinin başlatılacağı karara bağlanmıştır.
Batı'nın yalnız menfaatleri istikametinde hareket eden, hukuk tanımaz tutumun bir örneği olan bu kabule rağmen, Türkiye gerekli tavrı ortaya koyamadığı gibi; 1999 Helsinki sonuç bildirgesine attığı imza ile Kıbrıs'taki haklarından vazgeçmiştir.
Bildirgenin konu ile ilgili 3/a ve b paragraflarında "... Avrupa Konseyi, siyasi çözümün Kıbrıs'ın AB üyeliğini kolaylaştıracağını vurgular. Üyelik görüşmelerine kadar anlaşma sağlanamaması durumunda, konsey, üyeliğe ilişkin kararı önkoşulsuz verecektir."
Yani, 2002 yılı sonuna kadar barışçıl yollarla adadaki meseleler çözümlenemezse dahi; AB, Rum Kesimiyle adanın tek temsilcisi olarak müzakereleri netleştirecek ve 2004 yılında tek yetkili sıfatıyla üyeliğe dahil edecektir.
Türkiye için stratejik öneme sahip ve Akdeniz'de Ortadoğu'ya açılan önemli bir üs konumundaki Kıbrıs imzaladığımız bu kararla bizim için ciddi bir tehlikeye dönüşmüştür.
Çünkü Kıbrıs Rum Kesimi'nin AB üyeliği kesindir. Türkiye'nin adayı ilhakı veya garantörlük hakkına dayanarak saldırı ihtimali dikkate dahi alınmamakta, hatta Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız Jean Charles'ın ifadesiyle "Böyle bir ilhak AB ile Türkiye arasında bir savaş sebebi" sayılmaktadır.
2001 Aralık ayında başlayan ve halen devam eden Denktaş-Klerides görüşmelerinden de bu sebeple bir netice çıkmamaktadır.
Adada iki tarafın eşit temsili, egemenlik hakları, toprak paylaşımı meselelerinin gündem edildiği toplantılar, yaklaşık 1 senedir sürmesine rağmen henüz gelişme kaydedilmemiştir.
2002 yılı sonuna kadar bu şekilde oyalanan Türk tarafı, Türkiye'nin de imzaladığı AB belgesine göre 2004'te resmen adada işgalci konumuna düşecektir.
AB'ye üye bir Kıbrıs'a Türkiye'nin müdahalesi ise, Avrupa toprağının bir parçasına saldırıdan başka bir şey olmayacaktır.
Kıbrıs meselesi bir başlangıçtır. AB'ye üyelik sürecinde siyasî pek çok tavizin istendiği resmî belgelerle sabittir.
Türkiye neredeyse 50 yıl önce başlayan AB rüyasından artık uyanmalı, başta egemenliği olmak üzere diğer devlet vasıflarını yitirmeden, daha fazla rencide olmadan kendi menfaatleri istikametinde hedefler belirlemelidir.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki bir meseleyi uluslararası platforma taşıyarak, bütünlüğümüzü tehdit etme cüretinde bulunan AB'nin bizim için yegane kurtuluş olmadığı artık açıkça görülmelidir.
Milli tezimiz Kıbrıs konusunda, sorun bütünlüğümüzü tehdit edici noktalara taşınmadan lehimize neticelenecek adımların bir an önce atılması şarttır ve de zarurîdir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Abdulkadir Baş / diğer yazıları
- Gerçekleri görebilmek / 05.11.2002
- Ezilen halklar Türk'ün adaletini bekliyor / 03.11.2002
- Türkiye'nin gerçek dostu var mı? / 02.11.2002
- AB, Türkiye'nin kurtuluşu değil, sonudur / 01.11.2002
- Çeçen eyleminin ardından / 31.10.2002
- Milli kaynakları hayata geçirecek irade, milletin iradesidir / 29.10.2002
- Türk'e Türk'te başka dost yoktur / 28.10.2002
- Basının esas görevi / 27.10.2002
- İnsan hakları meselesi / 26.10.2002
- Milletçe aradığımızı bulduk / 24.10.2002
- Ezilen halklar Türk'ün adaletini bekliyor / 03.11.2002
- Türkiye'nin gerçek dostu var mı? / 02.11.2002
- AB, Türkiye'nin kurtuluşu değil, sonudur / 01.11.2002
- Çeçen eyleminin ardından / 31.10.2002
- Milli kaynakları hayata geçirecek irade, milletin iradesidir / 29.10.2002
- Türk'e Türk'te başka dost yoktur / 28.10.2002
- Basının esas görevi / 27.10.2002
- İnsan hakları meselesi / 26.10.2002
- Milletçe aradığımızı bulduk / 24.10.2002