Gülgün öğretmen akşamleyin o günkü gazeteyi okuyordu. İç sayfadaki bir haberi dikkatlice okudu yüreği sızlayarak. Düşünmeye başladı: "Bir anne bu kadar merhametsiz olur mu? Yavrusunu beton basamağa bırakırken hiç mi Allah korkusu duymadı?.. Vicdanı da mı rahatsız olmadı?.." Daha sonra okuduğu haberle ilgili düşüncelerini eşiyle paylaşmak isteyerek şöyle dedi:
-Çocuk yuvasının kapısının önüne bir bebek bırakmışlar. İçim sızladı. İnsanlar bir canlı varlığı ölüme terkedecek kadar nasıl acımasız ve düşüncesiz olabiliyor? Soğuk basamaklara terketmeye elleri ve yüreği nasıl dayanabiliyor?.. Televizyon seyreden eşi:
-Bu ilk değil ki. Bir gün cami avlusuna, başka gün vapura ya da otobüs durağına terkedilmiş çocuk haberiyle karşılaşıyoruz. Ancak elimizden bir şey gelmiyor, dedi.
Aradan birkaç gün geçti. Gülgün öğretmen, okuldan evine dönmek üzere yolda yürürken bir inşaatın önünden geçiyordu. İnşaatın önünde tek başına oturan küçük bir kız çocuğu gördü. Ona yaklaşarak:
-Burada oyun oynanmaz kızım. Baksana araçlar gelip gidiyor. Dikkat etmeyip sana çarparlar. Allah korusun başına bir kaza gelir, dedi. Dört yaşındaki küçük kız bakımsızlıktan güçsüz kalmış, elbisesi kirlenmiş durumdaydı. Başını hafifçe kaldırıp Gülgün öğretmenin yüzüne bakınca:
-Haydi evine git, annen seni bekler, dedi Gülgün öğretmen. Ağlayıp da susmuş olduğu, tozlanmış yüzüne iz bırakmış gözyaşlarından belli olan çocuk, şöyle yanıt verdi:
-Benim annem yok ki...
-Nerede oturuyorsun?
-Halamın evinde, diyerek eliyle işaret ettikten sonra yaralanmış elini gösterip:
-Düştüm, acıyor, dedi.
-Adın ne senin?
-Dilek.
-Gel Dilek seni halana götüreyim, eline ilaç sürsün, diyerek şefkatle tuttu küçük kızın elini Gülgün öğretmen. Birlikte yürürlerken yine buruk duygular yaşıyordu.
Daha sonra Dilek'in halasıyla görüşen Gülgün öğretmen bir süre önce de inşaatta çalışırken düşen babasını kaybettiğini öğrendi. Halasının ise küçük yaşlarda üç çocuğu olduğu için Dilek'i yetiştirecek maddi ve manevi olanağı bulunmadığını anladı. Sonra Dilek'e karşı içindeki merhamet duygularıyla yüreği sızlayarak onlardan ayrıldı. Hoşçakalın, güle güle, diyerek el sallayan Dilek'e bir kez daha baktı.
Gülgün öğretmen içten bir sevgiyle bağlanmıştı çocuğa. Yürürken düşünüyordu:
"Ne de güzel, sevimli bir çocuk. Dilek'in bir anneye ihtiyacı var... Benim kızım olsa, ona beyaz dantelli pembe elbise giydirirdim. Saçına süslü taç takardım. İnançlı, dürüst, çalışkan olmayı öğretirdim. Bilgili olmayı öğretirdim. Bilgili olması için iyi bir eğitim görmesini sağlardım."
Gülgün öğretmen, o gün hep Dilek'in durumunu düşündü. Sonra konuyu eşiyle görüşmeye karar verdi.
Aradan aylar geçti. O gün okullar yaz tatiline giriyordu. Beşinci sınıfı okutan Gülgün öğretmen, her zaman olduğu gibi güler yüzle girdi sınıfa. Öğrencilerine şöyle seslendi:
-Biliyorum ki; bugün karnelerinizi almak için heyecanla bekleşiyorsunuz. Ama önce sizi konuğunuzla tanıştırmak istiyorum. Bu küçük arkadaşınızın adı Dilek.
Tüm sınıf coşmuştu. Sınıftaki öğrencilerin
-Hoşgeldin Dilek, sesleri yükseliyordu sınıfta.
Tertemiz, bakımlı, zeki olduğu ışıldayan gözlerinden anlaşılan Dilek; öğrencilere kısa sürede alıştı. Abla ve ağabeylerinin kendisine gösterdiği ilgi ve sevgiden memnun olmuştu. Öğrencilerin söyledikleri şiirler, oynadıkları oyunlar çok hoşuna gitmişti. Sonra Dilek de öğrendiği bir şiiri söyledi sınıfta. Öğrenciler onu coşkuyla alkışlarken Dilek sınıfın gözdesi oluvermişti.
Dilek'in asıl mutluluğu ise, karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün bulunduğu, üstün ahlaki değerlerin, olgun davranışların benimsenip yaşandığı sımsıcak aile yuvasından kaynaklanıyordu. Gülgün öğretmen, bazı resmi işlemlerden sonra, özlemini çektiği bir çocuğa kavuşmuştu. Dilek ise, kendisini ilgi ve sevgiyle büyüten bir anneye babaya sahip olduğu için güven ve huzur içinde yaşıyordu çocukluk günlerini.
Cazibe IRMAK
-Çocuk yuvasının kapısının önüne bir bebek bırakmışlar. İçim sızladı. İnsanlar bir canlı varlığı ölüme terkedecek kadar nasıl acımasız ve düşüncesiz olabiliyor? Soğuk basamaklara terketmeye elleri ve yüreği nasıl dayanabiliyor?.. Televizyon seyreden eşi:
-Bu ilk değil ki. Bir gün cami avlusuna, başka gün vapura ya da otobüs durağına terkedilmiş çocuk haberiyle karşılaşıyoruz. Ancak elimizden bir şey gelmiyor, dedi.
Aradan birkaç gün geçti. Gülgün öğretmen, okuldan evine dönmek üzere yolda yürürken bir inşaatın önünden geçiyordu. İnşaatın önünde tek başına oturan küçük bir kız çocuğu gördü. Ona yaklaşarak:
-Burada oyun oynanmaz kızım. Baksana araçlar gelip gidiyor. Dikkat etmeyip sana çarparlar. Allah korusun başına bir kaza gelir, dedi. Dört yaşındaki küçük kız bakımsızlıktan güçsüz kalmış, elbisesi kirlenmiş durumdaydı. Başını hafifçe kaldırıp Gülgün öğretmenin yüzüne bakınca:
-Haydi evine git, annen seni bekler, dedi Gülgün öğretmen. Ağlayıp da susmuş olduğu, tozlanmış yüzüne iz bırakmış gözyaşlarından belli olan çocuk, şöyle yanıt verdi:
-Benim annem yok ki...
-Nerede oturuyorsun?
-Halamın evinde, diyerek eliyle işaret ettikten sonra yaralanmış elini gösterip:
-Düştüm, acıyor, dedi.
-Adın ne senin?
-Dilek.
-Gel Dilek seni halana götüreyim, eline ilaç sürsün, diyerek şefkatle tuttu küçük kızın elini Gülgün öğretmen. Birlikte yürürlerken yine buruk duygular yaşıyordu.
Daha sonra Dilek'in halasıyla görüşen Gülgün öğretmen bir süre önce de inşaatta çalışırken düşen babasını kaybettiğini öğrendi. Halasının ise küçük yaşlarda üç çocuğu olduğu için Dilek'i yetiştirecek maddi ve manevi olanağı bulunmadığını anladı. Sonra Dilek'e karşı içindeki merhamet duygularıyla yüreği sızlayarak onlardan ayrıldı. Hoşçakalın, güle güle, diyerek el sallayan Dilek'e bir kez daha baktı.
Gülgün öğretmen içten bir sevgiyle bağlanmıştı çocuğa. Yürürken düşünüyordu:
"Ne de güzel, sevimli bir çocuk. Dilek'in bir anneye ihtiyacı var... Benim kızım olsa, ona beyaz dantelli pembe elbise giydirirdim. Saçına süslü taç takardım. İnançlı, dürüst, çalışkan olmayı öğretirdim. Bilgili olmayı öğretirdim. Bilgili olması için iyi bir eğitim görmesini sağlardım."
Gülgün öğretmen, o gün hep Dilek'in durumunu düşündü. Sonra konuyu eşiyle görüşmeye karar verdi.
Aradan aylar geçti. O gün okullar yaz tatiline giriyordu. Beşinci sınıfı okutan Gülgün öğretmen, her zaman olduğu gibi güler yüzle girdi sınıfa. Öğrencilerine şöyle seslendi:
-Biliyorum ki; bugün karnelerinizi almak için heyecanla bekleşiyorsunuz. Ama önce sizi konuğunuzla tanıştırmak istiyorum. Bu küçük arkadaşınızın adı Dilek.
Tüm sınıf coşmuştu. Sınıftaki öğrencilerin
-Hoşgeldin Dilek, sesleri yükseliyordu sınıfta.
Tertemiz, bakımlı, zeki olduğu ışıldayan gözlerinden anlaşılan Dilek; öğrencilere kısa sürede alıştı. Abla ve ağabeylerinin kendisine gösterdiği ilgi ve sevgiden memnun olmuştu. Öğrencilerin söyledikleri şiirler, oynadıkları oyunlar çok hoşuna gitmişti. Sonra Dilek de öğrendiği bir şiiri söyledi sınıfta. Öğrenciler onu coşkuyla alkışlarken Dilek sınıfın gözdesi oluvermişti.
Dilek'in asıl mutluluğu ise, karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün bulunduğu, üstün ahlaki değerlerin, olgun davranışların benimsenip yaşandığı sımsıcak aile yuvasından kaynaklanıyordu. Gülgün öğretmen, bazı resmi işlemlerden sonra, özlemini çektiği bir çocuğa kavuşmuştu. Dilek ise, kendisini ilgi ve sevgiyle büyüten bir anneye babaya sahip olduğu için güven ve huzur içinde yaşıyordu çocukluk günlerini.
Cazibe IRMAK
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.